ALEVILIK NEDIR





ALEVİLİK:

Alevilik Alevilik Nedir? Allah, Muhammed, Ali kutsallığını kalbinde taşıyan , Hz.Ali’nin adaletinden ayrılmayan temelinde insan sevgisi bulunan her dine , mezhebe ser inanca saygı duyan ve hoşgörü ile bakan, dil, din, ırk, renk , farkı gözetmeyen eline diline sahip olma ilkelerini şart koşan, gelmek isteyen, inançlı insanları çatısı altına alarak manevi susuzluklarını gideren, insanları yaşadıkları toplumda kendi istekleriyle kendi kendilerini yargılamalarını sağlayan, laik,demokrat, eiştlikçi, katılımcı, paylaşımcı düşünceyi savunan, zalime ve zulme karşı gelen, mazlumun yanında olan, şeriatın bağnaz kuralllarına bağlı olmayan, ve onu reddeden, İslam dinini kendine göre ve sunni inancın dışında yorumlayan, aslı doğruluk, kemali dostluk, cevheri, merhamet, görüşü eşitlik, hazinesi bilgi, meyvası sevgi hamuru ile yoğrulmuş, insanı Kamil ve erdemli insan yaratmayı ön gören, korkuyu aşıp sevgi ile tanrıya yönelen, Enel-Hak ile insanın özünde tanrıyı gören, yaradan ile yaradılan ikiliğinen Varlk Birliğine varan, edep ve ahlaklığı yaşamın temeline oturtan, insanı yücelten, hamurunda hem ilahiliğin hemde irfaniliğin mayası bulunan; kişinin ahlaklı ve karakterli yaşam ilkelerini belirleyen, Hz. Muhammed ve Hz. Ali’den gelen neslin imametini teberra ve tebelle ilkesi ile sahiplenen, dini biçim ve şekil olarak değil, gerçek anlamıyla algılayan, dini bağımsız bir irade gücü ve batını özelliği ile evrimleştiren akıl ve iman bütünlüğünde birleştiren ve tüm bunları Kırklar Cemi ile yürüten bir inanç sistemidir. Alevilik Aleviler için üst kavramı, Bektaşilik ve Kızılbaşlık ise alt kavramları oluşturmaktadır.
 

Sözlük anlamına göre Alevi, Hz. Ali’ye bağlı ve ondan yana olan kimse demektir. Alevilik ise genel olarak Hz. Ali’yi sevmek ve onun soyunun yani Ehli Beyt’in yolundan gitmek olarak tanımlanabilir. Ancak bugün için dünyanın değişik bölgelerinde yaşayan farklı Alevi grupların herbiri için Alevi ve Alevilik sözcüklerinin ifade ettiği anlamlar da farklı olmaktadır. Biz konuya Anadolu Alevileri açısından yaklaşmakla birlikte genel bir tarihsel perspektif de sunacağız.

Ülkemizde bugün yaygın şekilde Alevi olarak adlandırılan kitleler için kaynaklarda birçok ismin kullanıldığını söyleyebiliriz. Anadolu’daki Alevi kitleleri nitelemek üzere kaynaklarda, kızılbaş, rafızi, ışık, mülhid ve torlak gibi adların kullanıldığını görmekteyiz. Bunlardan en çok kullanılanı Kızılbaş adı olmuştur. Anadolu Alevileri kendileri için çok anlamlı Kızılbaş adını, Osmanlı yönetiminin ahlakdışı anlamlar yükleyerek, sünni kitlelere aşılayarak bir psikolojik savaş aracı olarak kullanması sonucunda bırakmak zorunda kalmışlardır.

Bugün Anadolu ve Balkanlar’da yaşayan Tahtacı, Çepni, Amucalı, Bedrettinli,Sıraç gibi değişik gruplar genelde Alevi olarak adlandırılırlar. Anadolu Aleviliği,tarihsel ve sosyal koşulların doğal bir sonucu olarak, kitabi olmaktan çok sözlü geleneğe dayalı eski inançların islami şekiller altında yaşamaya devam ettiği bir halk islamıdır.

Genel olarak ifade etmek gerekirse Bektaşi sözcüğü de yukarıda değindiğimiz kitleler için kullanılmıştır. Bektaşilik Hacı Bektaş Veli’ye dayanılarak kurulmuştur. Alevilik ve Bektaşiliği birbirinden bağımsız olarak ele almak bugün gelinen noktada tarihsel ve sosyolojik açıdan mümkün görünmemektedir. Her iki terim de zaman zaman birbirinin yerine kullanılabilmektedir. Prof. Melikoff’un da belirttiği gibi “Alevilik, Bektaşilik’ten ayrılamaz. Çünkü her iki deyim de aynı olguya, Türk halk İslamlığı olgusuna bağlıdır.”Alevilik ve bektaşilik, inanç ve ahlak esasları ve edebiyatları bakımından temel olmayan farklılıklar dışında ortaktırlar. En temel farklılık, Bektaşi kitlelerin daha çok şehirde yaşamalarına karşın, Alevilerin göçebe/yarıgöçebe çevrelerde yaşamaları şeklinde ortaya çıkmış sosyal bir farklılıktır. Ancak tarihsel olarak doğru olan bu sosyal farklılık günümüzde anlamını yitirmeye başlamış, “Alevi” adı daha yaygın olarak kullanılır olmuştur.

Bugün genel olarak Alevi olarak adlandırılan kitleler üç dinsel gruba bağlıdırlar:

- Ocakzade Dedeler

- Çelebiler

- Dedebabalar

 

Bu üç grupdan Anadolu’da en fazla etkinliğe ve nüfuza sahip olan Ocakzade Dedeler’dir. Daha sonra Çelebiler gelir. Dedebabaların ise Anadolu’da nüfuzları zayıftır, Balkanlar’da daha etkindirler.Türkiye’de yaşayan Alevilerin sayısı konusunda çeşitli veriler ileri sürülmektedir. Türkiye’de etnik ve mezhep konularında varolan tabular nedeniyle, yapılan resmi sayımlarda bu konu bilinçli olarak ihmal edilmekte ve dolayısıyla Alevilerin sayısı konusunu herkes işine geldiği şekilde yazmaktadır. Tarafsız araştırmacılara göre Türkiye’de en az 15 milyon Alevi bulunmaktadır. Karadeniz ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerindeki illerde sayıca az olmakla birlikte Türkiye’nin her yerinde Aleviler bulunmaktadırlar. Alevilerin sahip oldukları bu potansiyel onları zaman zaman Türkiye siyasetinin de merkezine yerleştirmektedir.

Alevi Kimdir? Alevilik Nedir?

 

Alevi Kimdir? Alevilik Nedir?

Sözcük anlamı Hz. Ali’ye bağlı ya da onun soyundan olanlar demektir. Bir inanç sistemi olarak karşımıza çıkan Alevilik, tarikat olmadığı gibi, tek bir tarikata da bağlanamaz. Daha çok bir mezhep, bir din görünümündedir (A. Gölpınarlı). Kısaca söylemek gerekirse, Hz. Muhammed’in ölümünden sonra, Ali’nin halife olmasını isteyen, onu imam olarak kabul eden, daha sonra ise Şii-Batıni inançlara bağlananların tümüne Alevi denir.

Alevilik, önceleri siyasal bir olay olarak belirmiş, sonra Sünnilik dışındaki düşünüş biçimleriyle de beslenerek, İslamiyet’i kabullenen topluluklarda, düzene karşı bir hareket niteliğine bürünmüştür.

alevilik1Aleviliğin tarihsel gelişimi kısaca şöyle özetlenebilir: Peygamber’in ölümünden sonra, ilk kez belirgin bir düşünce ayrılığıyla karşılaşılır. Onun yerine kimin geçeceği sorusu Müslümanları Mekkeliler ve Medineliler grubu olarak ikiye böler. Medineliler kendi aralarında düşünce ayrılığına düşünce, Mekkeliler duruma egemen olurlar. Ama Muhammed’in soyu olan Haşimoğulları başta olmak üzere bir bölüm insanın, Peygamber’in soyundan geldiği, onun damadı olduğu için Ali’nin halife olmasını ileri sürdükleri görülür. İşte daha bu dönemde Ali’yi tutanlarla, onlara karşı olan ve Ebubekir’i tutanlar olmak üzere iki karşıt grup ortaya çıkar. Ali’yi tutanlar (Aleviler), Osman döneminde çıkan bir isyanda halife öldürülünce Ali’nin halife olmasını sağlarlarsa da kuşkusuz kökeni toplumsal ve ekonomik olan bu siyasal ayrılık, düşünce ve inanç ayrılıklarıyla da beslenerek günümüze kadar sürer gelir. Düşünce ve inanç ayrılıkları, mezhepleri ve bu mezheplere bağlı tarikatları doğurur.

Aleviler, mezhep olarak Şiiliği (Türkiye’deki Alevilerin bütünü için aynı şey söylenemez) benimserler ve Batıni inançlara bağlanırlar. Kızılbaş adını almaları ise XIV. Yüzyılda Erdebil şehrini merkez edinen Şeyh Sâfıyüddin İshak Erdebilî’ye (ölm. 1334) kadar uzanır. Burada, kızıl tacı kabul eden ve İran’daki Safevî şahlarına bağlanan Alevilere, Sünnilerce Kızılbaş adının verildiği belirtilmelidir. Nitekim Anadolu’daki Aleviler Sünni halk tarafından genellikle bu adla anılacaktır. Şii ve Batıni oldukları için de Sünni akide ile uyuşmayan bütün tarikat mensupları Alevi olarak bilinecektir.

Gerçekten, ta Rum Abdalları’ndan başlayarak, Şii-Batıni inanca bağlı tarikatlarla Alevi inançları arasında kimi benzerlikler vardır. Ama Aleviliğin bir tarikat olmadığı, tarikatlar üstü bir inanış biçimi olduğu unutulmamalıdır. Temelde Şii-Batıni inançlara sahip olma, böylesi bir yanılgıyı doğurmaktadır. Oysa her tarikatta Alevi olana rastlamak mümkündür. Hele sözcüğün genel anlamından yola çıkarak, Ali’ye bağlı olanların tümüne Alevi demek de yanlış olacaktır. Bu nedenle, başta verilen genel tanım, ayrıntıda, inanç ve düşünüş açısından gerçek Alevi’nin kim olduğu sorusunu açıklamaya yetmez.

Yine önce de belirtildiği gibi, Alevilik daha çok bir mezhep, bir din görünümündedir. Böyle olunca da Aleviliğe genel ve özel olmak üzere iki açıdan yanaşmak gerekiyor. Şimdiye dek çizilen genel tabloya, Alevi olarak adlandırılan Şii-Batıni tarikatlara mensup olanların, Osmanlı devleti içinde, Osmanlı düzenine başkaldıran topluluklar olduğu da eklenmelidir. Zaman zaman önemli isyanlara yol açan bu düşünüş ayrılığının, bir mezhep çatışmasından öte, siyasal, toplumsal ve ekonomik nedenlere dayandığı da bilinmektedir. Yine Alevilerin Yavuz Sultan Selim döneminde (1512-1520) şiddetle cezalandırıldıkları da biliniyor. Ama son devirlere kadar, Alevilerin, Safevî hanedanına olan bağlılığı yok edilememiştir. Alevi-Bektaşi edebiyatında, şah sözünün yerini saygıyla koruması da bunu gösterir.

Bir tarikat olmayan Aleviliğin, genellikle Bektaşîlikle birlikte düşünüldüğü görülmektedir. Oysa bilindiği gibi Bektaşilik bir tarikattır. Bu durum, Bektaşiliğin, daha XIII. yüzyılda Anadolu’da görülen Şii-Batıni inançları örgütleyen bir tarikat olmasından ileri gelmektedir. Alevilerin bu tarikata girdikleri bilinmeli, ama Aleviliğin ayrı bir inanış olduğu unutulmamalıdır. Bir kez Alevilikte kan bağı esastır. Yani Alevi olabilmek için, Alevi ana babadan gelmek şarttır.

“Kızıl-başlıkta inanç daha ziyade göreneğe ve ananeye dayanır. Bu bakımdan Alevilerin itikatlarını, ya kendileri ile beraber olup duyarak, görerek anlamak yahut mukaddes saydıkları kitaplarından, deyiş ve âyet dedikleri nefeslerden, yâni dinî ve hece vezni ile söylenmiş, dörtlüklerden meydana gelen şiirlerden istidlâl etmek icap eder.” (A. Gölpınarlı). Yalnız burada, bu şiirlerin, özde kimi ayrılıklar göstermekle birlikte Yunus’a, hattâ Ahmet Yesevî hikmetlerine dek uzanan bir birikimden yararlandığını, Bektaşilikle beslendiğini de belirtmek gerekecektir. Bu nedenledir ki zümre edebiyatlarını sınıflarken Alevi-Bektaşi halk edebiyatı biçiminde bir ayrıma gidilmektedir. Böyle olunca bu edebiyatın ürünlerinin Alevi inancını sağlıklı bir biçimde yansıttığı söylenemez.

Kaldı ki Osmanlı düzeninde, siyasal bir baskı altında kalan Alevilerin, inançlarını açık biçimde dile getirdikleri de ileri sürülemez. Alevi şairler, göz yumulan düşünüş biçimlerinin ardına sığınmışlar, remizlere başvurmuşlardır. Böyle olunca da yanlış yorumlardan, yakıştırmalardan kurtulamamışlardır. Sünnî halk arasında anlatılan “Mum söndü âyinleri” böylesi bir yanlış anlayışın sonucudur.

Kısaca özetlemek gerekirse Alevilik şu esaslara dayanır: Ali sevgisi, Alevilerin Ali’yi Tanrı olarak tanımalarına dek varmıştır. “Lâ-ilâheillallah Muhammed Resullullah Aliyyun Veliyullah Veliyyun Aliyullah” biçiminde şahadet getirmeleri bu inancın sonucudur. Önceleri bu denli aşırı biçimde görülmeyen bu inanışın, bütün Alevilerce benimsendiği söylenemez. Ama Ali’nin yeri ve önemi de küçümsenemez. Ali’nin Peygamber’in vâsisi ve imamı, Muhammed’in mürşidi olduğu da ileri sürülür. Kesin olan, Ali sevgisinin, tarihsel gelişim sonucu her şeyin üstünde tutulduğudur. Nitekim, Allah, Muhammed, Ali üçlüsünü bir sayan inanç da bunun sonucudur. Kul Himmet‘in şu dörtlükleri bunu çok güzel anlatır:

Seyran edip şu âlemi gezerken
Uğradım gördüm bir bölük canları
Cümlesinin erkânı bir yolu bir
Mevlâm bir nurdan yaratmış anları

Cümle bir mürşide demişler belî
Teşbihleri Allah Muhammed Ali
Meşrebi Hüseyni ismi Alevi
Muhammed Ali’ye çıkar yolları

Bütün destansı öykülerde ise Ali, daima Muhammed’den üstün bir durumdadır.

Bir gül ile gülistanı seyrettim
Seher yelleriyle esen Ali’dir
Muhammed kılavuz Mahşer yerinde
İslamın sancağın çeken Ali’dir

Dayanı gör kardeş gönül gücüne
Azığın yok mudur ahret göçüne
On İk’imam gibi cennet içine
Âb-ı Kevser ile akan Ali’dir

Bindiler deveye şarka gittiler
Horasan şehrinde güreş tuttular
Müminlerin feryadına yettiler
Bastılar Mervan’ı basan Ali’dir

Münkirin gıdası hakk’tan kesildi
Nesimi yüzüldü Mansur asıldı
Dünya yedi kere doldu ıssıldı
Dolduran Muhammed eken Ali’dir.

Hakk’ın emri ile Cebrail indi
İndi de Ali’nin koluna kondu
Zülfikar kuşanıp Düldül’e bindi
Yezid’in neslini kıran Ali’dir.

Kim dokudu bin çiçekli halıyı
Kim diriltti bin yıl yatan ölüyü
Kırklar meclisine gelen doluyu
Dolduran Muhammet içen Ali’dir

Pir Sultan Abdal’ım ağladı, güldü
Kabe-i Şeriften bir nida geldi
Hakk’ın emri ile dört kitap indi
Okuyan Muhammet yazan Ali’dir (
Pir Sultan Abdal)

Aleviler, alış-verişte doğruluktan ayrılmazlar. Bu nedenle, terazinin insanları yanıltabileceğine inanır, teraziyle satılacak şeyleri (yine geçmişte) satmazlar. Tane ile satılacakları yeğlerler. Halk arasında onlar için söylenen “terazi tutmaz” deyimi bu inanca dayanır. Eskiden bıyıklarını ve sakallarını hiç kesmedikleri halde, günümüzde sakallarını kestikleri, bıyıklarını genellikle korudukları görülür. Muharrem’de Hüseyin’i anmak için 12 gün oruç tutarlar, bir de şubatta üç günlük Hızır oruçları vardır. İbadet zamanları kıştır. Yazın, çift ve harman zamanı dedeler bile işleriyle uğraşır. 21 Mart, yani nevruz en büyük bayramlarıdır. Çünkü yine onlara göre Ali o gün doğmuştur. Hacca gidenine pek rastlanmaz. Onlarca, Ali’nin yattığı Necef ile Hüseyin’in yattığı Kerbelâ en kutsal makamlardır. (Alevilikle ilgili bu bilgiler tarihsel olguların bir özetidir. Günümüz Aleviliğinde toplumsal yaşayışa bağlı olarak törelerde ve inançlarda kimi esneklikler görülmektedir.)

Türkiye’de, genellikle Edirne, Kırklareli, Dobruca, Deliorman, Eskişehir, İzmir-Narlıdere, Sivas, Çorum, Mecitözü, Sungurlu, İskilip, Divriği, Tunceli, Malatya, Erzincan, Erzurum, Tokat … dolaylarında topluca yaşayan Alevilere rastlanır. Sayıca bir tahminde bulunmak zor olmakla birlikte günümüzde, Türkiye’nin her tarafında Alevilere rastlanabileceğini söylemek doğru olacaktır. Bugün Anadolu’da, yalnız Alevilerin bulunduğu köylerin varlığı bilinmektedir.

KAYNAKÇA

  • Abdülbaki Gölpınarlı, İslam Ansiklopedisi, c. 6, s. 789; ay., Alevi ve Bektaşi Nefesleri, 1963;
  • Şenay Kalkan, Günümüzde Alevilik, Cumhuriyet gaz.,6 Mayıs 1990;
  • A. Özkırımlı, Toplumsal Bir Başkaldırının İdeolojisi, 3. bas., 1996;
  • İrene Melikoff, Uyur İken Uyardılar, 2. bas., 1995.
  •  
100 SORUDA ALEVİLİK

SORU 1: Alevilik Nedir?

CEVAP: Tek tanrılı ve çok tanrılı dinlerde dinin peygamberi vefat ettikten sonra farklı yorumlar oluşur. Bu yorumlara çeşitli isimler verilir.
Musevilik içinde Hz. Musa’nın vefatından sonra farklı yorumlar oluşmuştur. Bu yorumlara mezhep denir. Mezheplerinde tekrar yoruma tabi olması tarikat adı verilen dini oluşumları doğurur. Aynı olay Hristiyanlığın ve İslamiyetin başına da gelmiştir.
İslamiyet’te dinin peygamberi Hz. Muhammed’in Hakk’a yürümesinden (vefatından) sonra çeşitli dini yorumlar oluşmaya başlamıştır. Bu yorumlar 800 yıllarında özellikle Abbasiler döneminde çeşitli din adamları tarafından onların adı ile anılmaya başlayınca böylece; Mezhep ve tarikatlar oluşmuştur.
Alevilik; Allah’ın birliğine Hz. Muhammed’in peygamberliğine ve Hz. Ali’nin veliliğine inanan İslam’ın özgün bir yorumudur. Sünni yorumlardan çok farklıdır.

SORU 2: Alevilik Ne Zaman Ortaya Çıkmıştır?
CEVAP: Aleviliğin tarihi; İslam’ın tarihi ile yaşıttır. Hz. Muhammed döneminde Alevi, Sünni kavramları yoktur. Hz. Muhammed’in Hakk’a yürümesinden sonra (vefatından) Hz. Ali tarafını tutanlara tarihsel süreç içinde “Ali yandaşlığı” anlamında; “Ali şiası” ya da “Alevi” denmiştir.

3: Hakk’a Yürümek Ne Demektir?
CEVAP: Alevilik’te “Ölmek” yani yokolmak inancı yoktur. Don değiştirmek vardır. Yaşamın başka bir canlıda devamı inancı vardır. O nedenle insanın vefatı hayatın sonu olarak kabul edilmez. O kişinin yaradana, Hakk’a döndüğü, gittiği kabul edilir. Bu nedenle ölmek, vefat etmek kavramları kullanılmaz. Onun yerine; Hakka yürümek, Sır olmak, Göçmek kavramları kullanılır.


SORU 4: Aleviler Neden Hz. Ali’yi Tutarlar?
CEVAP: Hz. Muhammed, vefatından sonra kendisinden sonra yerine geçecek kişi olarak Hz. Ali’yi düşünmüştür. Kendisinin yerine O’nu hazırlamıştır. Hz. Ali,Hz. Muhammed’in amcasının oğlu ve kardeşi gibi sevdiği birisidir. İslamiyet’i eşinden sonra ilk kabul eden kişidir. Verdiği değeri göstermek için O’nu biricik kızı Hz. Fatma ile evlendirmiştir.
Hz.Muhammed değişik toplantılarda ve hadislerinde; Hz. Ali’nin önemine vurgu yapmıştır. “Ben ilmin şehriyim, Ali kapısıdır.” “Ben hikmetin şehriyim, Ali kapısıdır.” Ali bendedir, bende ondayım. Ben kimin Velisi isem, Ali’de onun Velisidir. Ali insanların hayırlısıdır.” “Ali müminlerin imamıdır.” “Ali Kur’an iledir ve Kur’an Ali ile, ikisi bana ulaşıncaya kadar ayrılmazlar.” Hz. Muhammed Ali’ye, “Cennete ilk giren dört kişidir. Ben, Sen, Hasan, Hüseyin. Soyumuz arkamızda, şiamız sağımızda, solumuzda…” demiştir.
Aleviler, Hz. Muhammed’in Hakk’a yürümesinden sonraHz. Muhammed’in yolunu sürdürecek kişinin Hz. Ali olması gerektiğine bu nedenle inanırlar. Ve bu yol ayrımında tereddütsüz Ali’nin yanında yer alırlar.
Hz. Ali’nin yanında yer almayı Allah’ın yanında yer almak olarak bilirler. Hz. Ali’nin yanında yer almayı, Kur’an’ın, Hz. Muhammed’in ve İslam’ın gereği olarak inanırlar. Bu nedenle Aleviler Hz. Ali’ye olağanüstü sevgi ve saygı gösterirler.

SORU 5: Aleviler Hz. Muhammed’i Nasıl Değerlendirirler?

CEVAP: Aleviler Hz. Muhammed’i İslam dininin Peygamberi olarak görürler. Aleviler inançlarını ifade ederken; “Allah, Muhammed, Ali” üçlemesini pusula tanım olarak kabul ederler. Bazı kesimlerin dediği gibi; “Hz. Muhammed’i Hz. Ali’den daha az severler” gibi ifadelerden rahatsız olurlar. Hz. Muhammed yolun başıdır. Hz. Muhammed sevgilerini Alevi ozan olupta nefeslerinde ifade etmeyen yoktur. Örneğin Şah Hatayi bir nefesinde: “Daima fikrimde zikrin ya Muhammed ya Ali/Gönlümün evinde şükrün ya Muhammed ya Ali/Tanıyamaz Kendi Özün SeniYakın Bilmeyen/Alemin Ayinesisin YaMuhammed Ya Ali” nefesinde Alevilerin Hz. Muhammed sevgisini çok güzel ifade etmiştir.

SORU 6: Alevilik Mezhep Yada Tarikat mıdır?

CEVAP: Kur’an-ı Kerim’de mezhep yada tarikat yoktur. Hz.Muhammed’in yada Hz. Ali’nin mezhebinden sözedilmez.
Mezhep yada tarikat yaklaşık olarak Hz. Muhammed’in vefatından 150-200 yıl sonra Abbasiler döneminde çeşitli din adamlarının İslamı yorum tarzıdır. Önceleri yüzlerce yorum oluşmuş. Sonraları bunlara bir sınır getirilerek bazı İslam ülkelerinde 7 bazı İslam ülkelerinde ise 4 mezheple sınırlanmıştır. Bizim ülkemizde adı bilinen 4 mezhep vardır. İmam Hanifi’nin öğrencilerinin İslamı yorum tarzı Hanifiliktir, İmam Şafii’nin yorumuna Şafiilik denir. İmam Hambeli’nin yorum tarzına Hambeli Mezhebi, İmam Maliki’nin yorum tarzına ise Malikilik denir.
Bu imamların hepsinin hocası ise 6. İmam; İmam Caferi Sadık’tır.Şiiler; İmam olarak mezheplerini İmam Caferi Sadık’a bağlarlar. Aleviler, kendilerini anlayış olarak herhangi bir mezhep ya da tarikat mensubu saymazlar.
Onlar; “Biz Hz. Muhammed ya da Hz. Ali’nin mezhebindeniz. Onların da bir mezhebi ya da tarikati olmadığına göre bizimde mezhep ya da tarikatımız yoktur.” derler.
Fakat İslam o denli mezhebi yorumlara uğramışki adeta mezhep yada tarikat mensubu olmamak İslam olmamak gibi algılanmaktadır. Halbuki İslam’ın orjinal halinde mezhep ve tarikat yoktur. Aleviler’de kendi İslami yorumlarını İslam’ın en orjinal yorumu olarak ifade ederler. Kendi inandıkları İslami yolun Ehlibeyt yolu olduğunu kabul ederler. Mezhebi yorumlara itibar etmezler.

SORU 7: Ehlibeyt Nedir?

CEVAP: Ehlibeyt Hz. Muhammed’in hane halkına verilen addır. Kur’an-ı Kerimde Cennet ilemüjdelenen peygamberin aile mensuplarıdır. Bunlar; Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan veHz. Hüseyindir. Bunlara; “Pençe-i Ali Aba”da denir.
Hz. Muhammed bir hadisinde size iki değerli şey bırakıyorum. Birincisi; Kur’an, ikincisi; Ehlibeytim’dir der.
Aleviler; Ehlibeyt’e olağanüstü sevgi ve saygı gösterirler. Ehli-beyt; kelime anlamı itibariyle haneyi, evi oluşturanlar anlamına gelir. Hane halkı anlamına gelir.

SORU 8: Alevilik-Sünnilik Nedir?

CEVAP: İslam tarihinde, Hz. Muhammed’in vefatından sonra yerine kimin geçeceği toplumda önemli bir kırılmaya neden olmuştur. Hz. Muhammed sağlığında; yerine Hz. Ali’yi düşünüyordu. Ama vefatından sonra bu olmadı. Bir oldu bitti ile halifeliğe Ebubekir geldi. Hz. Muhammed’in cenazesi kaldırılmadan halife seçildi. Ardından biata zorlandı.
İşte İslam tarihinde bu kırılmadan sonra;Hz. Ali ve O’nun yandaşlarının izini sürenlere Ali Şiası yada Alevi dendi. Ebubekir’i tutanlara yada Emevilere ise Sünniler dendi. Ülkemizde Hanefi veŞafii mezhebi mensuplarına ve bu doğrultudaki tarikatlere Sünni denir. İslam tarihinde; Hz. Muhammed, Hz. Ali, Ehlibeyt, 12 İmamlar, Ahmet Yesevi, HacıBektaş Veli izini sürdürenlere ise Alevi yadaBektaşi denir.

SORU 9: İslamiyet Ne Zaman Nerede Doğdu?

İslamiyet 7. yüzyılda peygamberi Hz Muhammed aracılığıyla Arap Yarımadası'nda yayılmaya başlanmıştır.

SORU 10: Aleviler Hz. Ali Dışındaki Halifeleri Neden Sevmezler?
CEVAP: Hz. Muhammed sağlığında kendisinden sonra halife olarak Hz. Ali’yi düşünmüştür. Ama vefatından sonra bu gerçekleşmemiştir. Daha cenazesi kalkmadan hilafet meselesi gündeme gelmiş ve Hz. Ali safdışı yapılarak Ebubekir halife olmuştur. Bunu ise, Ömer ve Osman vasiyet yöntemi ile gerçekleştirmiştir. Hz. Muhammed’in vasiyetine uyulup Hz. Ali halife olarak kabul edilmemiş. Ama Ebubekir tarafından vasiyet yöntemi ile Ömer halife seçilmiş. O’da kendisinden sonra Osman’ı halife seçmiştir.
Bu olaylardaHz. Muhammed’in vasiyetine uyulmadığı için, O’nun buyruğuna aykırı bir seçim yapıldığı için, Aleviler Hz. Ali’ye ve dolayısıyla Hz. Muhammed’e haksızlık yapıldığı kanaatine varmışdır. Hz. Ali dışındaki üç halifeye mesafeli durmaları bu olaylar nedeni ile olmuştur.

SORU 11: Aleviler İbadet Yapar mı? Nasıl İbadet Yaparlar?
CEVAP: Aleviler ibadet yaparlar. Aleviler’in ibadetlerinin adına Cem denir. Buna aynı zamanda “Halka Namazı” adı da verilir. YaniAlevilerin ibadeti Cemevinde yapılan Cem yada “halka namazı”dır. Bazı kesimlerde Aleviler’in ibadet yapmadığı kaygısı ön yargıdan kaynaklanıyor. Ya da İslamı çok mezhebi yorumlayanlar kendi mezheplerinin yaptığı şekilde ibadet yapmayanları ibadet kabul etmiyorlar.
Aleviler, İbadet yapıyorlar. Adına “Cem” ya da “Halka Namazı” adı veriliyor veCemevinde yapılıyor. Aleviler’de ibadeti yöneten kişiye yada din adamına da “Dede” adı veriliyor. İlk yıllardaCemevi diye bir özel mekan yoktur.Bu bazen müsait bir ev oluyor. Zamanla; bir ev ibadet için ayrılıyor. Buraya Cemevi deniyor. Tarihte bu mekanlar birçok yerde;Dergah, Külliye, Türbe şekline dönüşmüştür. AhmetYesevi Dergahı, Seyidi Battal GaziDergahı, HacıBektaş Veli Dergahı gibi.

SORU 12: Aleviler Camiye Gitmez mi? Camide Yapılan İbadeti Yapmaz mı?
CEVAP: Aleviler camide yapılan ve 5 vakit namazdan ibaret olan ibadetin İslam’ın ilk yıllarında ve Kur’an-ıKerim’de olmadığına inanırlar.Bu nedenle camiye gitmezler. Beş vakit namaz kılmazlar.
İslam’ın ilk yıllarındaHz. Muhammed’in sağlığında cami yoktur. Kuran-ı Kerim’de de cami yoktur.Kuran-ı Kerim’de ibadetin şekli ve sayısı da bugün bazı kesimlerin uygulamaları gibi değildir. Hz.Muhammed ve çevresindeki müslümanların ibadet mekanları camiden çok cemevi şeklindedir. Mimbersiz, minaresiz mütevazi mekanlar vardır.
Aleviler; Kur’an-ı Kerimde 5 vakit namazın olmadığını bunun camide kılınmasınında zorunlu olmadığına inanırlar. Aleviler; Cami geleneğinin ve 5 vakit namaz geleneğiin Hz. Muhammed’in vefatından sonra esas olarakta Emeviler zamanında uygulanmaya başladığına ve kurallaştığına inanırlar.
Aleviler; Kuran-ı Kerim’de şart olan ibadetin perşembe akşamları yapılan ibadet olduğuna inanırlar. Bunu Sünni müslümanların Cuma namazı olarak eda edildiğini kendilerininde Perşembeyi, Cuma’ya bağlayan gece yapılan “Cem İbadeti” yada “HalkaNamazı” olduğuna inanırlar. Ve bu ibadeti eda ederler. Bu ibadetinde Hz. Muhammed’in Miraç’tan dönüşte yapılan “Kırklar Cemi” olduğuna inanırlar.

SORU 13: Miraç Nedir?
CEVAP: Aleviler bugün yaptıkları ibadet olan Cem ibadetinin kökeninin İslam’ın ilk dönemlerinde Hz. Muhamemet’in Miraç’a çıkmasından bu yana yapıldığına inanırlar.
Hz. Muhammed, Miraç dönüşü uğradığı dergahta kendisini Kırklar’ın beklediğini Kırklar Meclisi’nde bulunan erenlerin; 22’inin erkek 17’sinin de bacı canlardan oluştuğunu görür. Hz. Muhammed’in Miraç’tan dönüşü Kırklar Cemi’nde yapılan Cem ile yaşanır. Tüm canlar birlikte Cem olur, dem alınır veKırklar Semahı dönülür.
Aleviler; çeşitli nefeslerinde de ifade ettikleri “Miraç’takiMuhammed”ten bu yana Kırklar Cemini veKırklar Semahı’nı yaşatırlar.
İslam tarihine çok mezhebi bir bakış açısı ile bakılıp İslam’ın orjinal bilgi kaynakları yok edildiğinden Miraç, Kırklar Cemi, KırklarMeydanı vs. dendiğinde bu kavramlara çok yabancı gözlerle bakılmaktadır. HalbukiMiraç olgusu İslam tarihinde ne denli gerçek kabul ediliyorsa, Kırklar Cemi ve Aleviler’in ibadeti olan cemin miraç kaynaklı olduğunda bu denli gerçek kabul edilmek zorundadır.

SORU 14: Aleviler Oruç Tutar mı?
CEVAP: Aleviler bir ibadet biçimi olarak oruç tutarlar. Ama bu soru ile sorulmak istenen Ramazan orucu ise; Aleviler, Ramazan orucu tutmazlar. Ramazan Orucu’nun Kur’an Kaynaklı farz bir ibadet olduğunu kabul etmezler. Ramazan Orucu’nun da 5 vakit namaz gibi Emeviler döneminde İslamiyet içine sokulduğuna inanıyorlar.
Aleviler, tüm peygamberlerin veHz. Muhammed’in de tuttuğuMuharrem Orucu’nu tutarlar. Bu oruca Kerbela Olayı nedeniyle iki gün daha ilave ederek 12 gün olarak tutarlar. Buna matem, yas orucu da denir. Ayrıca bazıları bu orucu 3 günde Masumu Pakları (Masumlar) yani savaşlarda öldürülen çocuk yaştaki suçsuz, masum temiz çocuk şehitler için tutulan orucuda ilave ederek tutarlar. Bu tutulan 3 günlük ek oruca; “Masum-uPaklar Orucu” denir. Böylece 10 Muharrem orucu 15 gün olabilir.
Oruç sonunda ise; 12 çeşit kuru meyve ve tahıl çeşidinden oluşan Aşure yemeği pişirilir ve herkese lokma olarak dağıtılır. Bu orucu 12 yıl tutanlar 12 kazan aşure pişirerek törenle Aşureleri dağıtırlar.

SORU 15: Kerbela Olayı Nedir?
CEVAP: İmam Hüseyin, Hicret’in üçüncü, bir rivayete göre ise dördüncü yılı Şaban ayının 3. günü Medine’de doğdu. Gene rivayete göre altı aylık doğmasına rağmen yaşamıştır. İslam inancına göre Hz. Hüseyin’in dışında altı aylık doğupta yaşayan tek insan Meryem oğlu İsa peygamberdir.
İmam Hüseyin’in altı erkek, iki kız çocuğu olmuş ve soyu Zeynel Abidin Ali’den yürümüştür.
İmam Hüseyin, kardeşi İmam Hasan’ın Muaviye’ye biatına ve onunla uzlaşmasına baştan beri karşı çıktı. Kardeşi Hasan’a bu davranışının nedenini sorduğunda ise; O’ndan, “Babamız Ali’nin uzlaşmasına sebep olan şeyler bana da sebep oldu” cevabını almıştır. Bir başka deyişle Hasan, kendi yüzünden kan dökülmesini istemediği için böyle davrandığını söylemiştir.
İmam Hasan’ın öldürülmesinden sonra Irak’lılar Hüseyin’e biat etmek istediyse de Hüseyin, Hasan’la Muaviye arasındaki uzlaşmanın ancak Muaviye’nin ölümü ile biteceğini söyleyerek bunu kabul etmedi.
Muaviye, Hicret’in altmışıncı yılı Recep ayının 15. günü öldü. Yerine ölmeden önce oğlu Yezid’i halife olarak bıraktı. Böylece İslamiyet’te, saray-saltanat ilişkisi kurulmuş oldu.
Muaviye, zevk ve eğlenceye aşırı düşkün, içkici ve kumarcı bir insandı. Halk üzerinde o kadar ağır bir baskı kurmuştu ki, cuma günleri kılınan cuma namazını çarşamba gününe aldırdığı halde halktan kimsenin sesi çıkmadı. Bu tür davranışlar onun için bir güç gösterme aracıydı.
İslamiyet artık sarayı, saltanatı, debdebesiyle; vezirleri, hadımları, ordusu, kumandanları, zindanları ve cellatlarıyla; zulmü, kahrı ve keyfi idaresiyle tarih sahnesindeydi. Sahnenin arka planında ise, bir yandan har vurup harman savrulan bir hazine, bir yandan da yoksulluk içindeki halk yığınları vardı.
Gölpınarlı bu durumu Roma İmparatorluğu’na benzeterek şöyle yazıyor:
Roma İmparatorluğu ayrı bir dil ile, hükümlerine baş eğilmeyen bir din ile, fakat İslam kisvesine bürünerek tarih sahnesine çıkmıştı artık.”
Ünlü tarihçi, Muaviye’nin yerine geçen oğlu Yezid’i de bize şöyle tanıtıyor:
“Kendisine böyle bir saltanat devreden babası ölürken bile başucunda bulunmak lüzumunu duymayan, avlanmakla gönül eğleyen Yezid, gününü-gecesini, çalgı-çağanak dinlemekle, köçek-çengi oynatmakla, içip kendinden geçmekle sürdürmeyi adet edinmiş bir kişiydi.”
Zevk ve eğlenceye düşkün olan Yezid, İslamiyette içki, şarap vs.nin yasak olmasına karşın, şairliğini şu ifadelerle gösteriyordu:“Bu şarap Muhammed’in dininde haram ise, sen de onu Meryem oğlu İsa’nın dinince al, iç.”
İbn Yezid, testiden kadehe dökülen şarabın çıkardığı sesi ise, Hatim’le Zemzem arasında koşuşan hacıların ayak seslerine benzetiyordu.
Yezid, babası Muaviye’nin ölümünden sonra kendisini halife ilan etti. Medine Valisi Utbe oğlu Velid’i de İmam Hüseyin’e göndererek kendisine biat etmesini istedi. Yezid, hiç bir gecikmeye meydan verilmemesini ve gerekirse Hüseyin’in hapsedilmesini istemeyi de unutmamıştı.
Medine Valisi Velid de Hüseyin’i makamına çağırarak, Muaviye’nin öldüğünü, yerine oğlu Yezid’in geçtiğini ve kendisine Hüseyin’in biatını almakla görevlendirdiğini söyledi.
Hüseyin bu isteğe şiddetle karşı çıktı. Kendisinin babasına (Muaviye) bile biat etmediğini, Hasan ile Muaviye’nin aralarında bir anlaşma yaptığını hatırlattıktan sonra hilafet’in saltanat gibi babadan oğula geçmemesi gerektiğini anlattı. Hüseyin, şöyle devam etti:
“Şu dünyanın gidişatına bak ya Velid, haksızlık da ağaçlar gibi büyüyüp dal budak salar oldu. Muaviye zaten halifeliği binbir hile ile ele geçirmişti. Bu da yetmezmiş gibi şimdi de oğlu halifeyim diye ortaya çıkıp hak iddia ediyor.”
Hüseyin, bu sözlerinden sonra, kendisinin zalim soyuna biat edenlerden olmayacağını haykırdı. Babasının hilafet adına hançerlendiğini, ağabeyinin hilafet adına zehirletildiğini hatırlattıktan sonra da vali konağını terk edip gitti.
İmam Hüseyin bu meydan okumadan sonra Mekke’den Medine’ye göçü düşünürken Kûfe’ye gitmeye karar verdi. Hatta Kûfe’lilerin biatını almak için önceden amcası oğlu Müslim’i gönderdi. Müslim burada 30.000 biat aldı. Bunu duyan ve çılgına dönen Yezid ilk tedbir olarak İbni Ziyad’ı Basra valiliğinden Kûfe valiliğine atadı. Çünkü Kûfe valisi Numan da Hüseyin’e biat edenler arasındaydı.
Hz. Hüseyin Mekke’den, İbni Ziyad Basra’dan Kûfe’ye doğru yola çıktılar. Kûfe’ye daha önce gelen İbni Ziyad, vali konağına gittikten sonra şehirde korkunç bir terör estirmeye başladı. Yüzlerce kesilmiş insan başı sokakları doldurdu. Bu ilk saldırıdan sonra, biatlarını geriye almazlarsa tümünü kılıçtan geçireceği tehdidini savurarak, halkı sindirdi.
Müslim, Kûfe’deki yeni gelişmeleri İmam Hüseyin’e bildiremeden öldürüldü. Ölüsü Kûfe sokaklarında dolaştırıldıktan başka, İbni Ziyad koparılan başı Yezid’e gönderdi.
Hz. Hüseyin’i Kûfe dışında halk yerine İbni Ziyad’ın ordusu ve komutanı Hür İbni Riyad karşıladı. Son acı durumu Hüseyin Hür’den öğrendi. Daha acısının ilk şokunu üzerinden atamamıştı ki, kumandan Hür, kendisinden de Yezid’e biat istedi.
Kumandan Hür, “Emir böyle” deyince, Hüseyin buna cevap olarak, “Yezid soyunun kardeşimi öldürdüğünü yedi cihan bilir. Sen binlerce mazlumun kanını üstüne sıçratmış bir katilin söylediklerini emir sayıyorsun, öyle mi?” diye sordu.
Bir yandan Hüseyin’e zarar vermek istemeyen, bir yandan da İbni Ziyad’ın emirlerine karşı çıkamayan kumandan Hür, İbni Ziyad’dan gelen son emri Hüseyin’e şöyle bildirdi: “Ya teslim olup Kûfe’ye götürüleceksin, ya da hepiniz susuz bir yerde konaklayacaksınız.”
Hz. Hüseyin bu son emirle çok zor bir durumda kalmıştı. Çünkü karşısında güçlü bir ordu, yanında ise kendisiyle yola çıkıp buraya kadar gelmiş yaşlı, kadın, erkek, çoluklu çocuklu 70-80 kişi vardı.
Sonunda onlara döndü ve şöyle dedi: “Beraberliğimiz buraya kadar olacak. Ben Yezid’e biat etmem. Ama benim yüzümden size zarar gelmesini de istemiyorum. Ben arkamı size döndüğümde siz dağılın. Yalnız kalmaktan başka sizden bir isteğim yoktur. Ama Yezid’in başımı kopardığını duyarsanız biliniz ki o baş biatsızdır.”
Bu konuşmaya rağmen yanındakilerin Hz. Hüseyin’den ayrılmamaları üzerine Yezid’in komutanı Hür, onları susuz bir yere yürüttü. Burası, tarihe Kerbela adıyla geçecek yerdi.
Susuzluğun ne demek olduğunu ve susuzlukla yapılan işkencenin korkunçluğunu bu bir avuç insandan daha iyi bilenin olamayacağını bütün tarih kitapları kalın harflerle yazdı.
Kerbela’da çöl ortasında aç ve susuz kalmış bir avuç insanın üstüne Yezid tarafınan ordu üstüne ordu gönderildi. Takviye edilen yeni ordunun komutanı ise, Hüseyin’i Kûfe’ye çağıranlardan Ömer İbni Saad idi. O da Hüseyin’i “Ya biat, ya savaş” tercihiyle karşı karşıya bırakmıştı.
Savaş başlamadan önce, bir yanda sayıları binlerle ifade edilen Yezid’in ordusu, bir yanda da susuz, yorgun, uğradıkları haksızlıkların acısı içinde bekleşen 70-80 kişi vardı:Hz. Ali’nin oğulları, İmam Hasan’ın oğulları ve diğerleri... Yani Hz. Muhammed’in soyu, ehlibeyti.
Hz. Hüseyin, Yezid’in ordularının karşısına; başında Hz. Muhammed’in sarığı, boynunda kılıcı, elinde ise babası Hz. Ali’den devraldığı sancakla çıktı.
Hz. Hüseyin, Yezid’in ordusuna, bir insanın iktidarı ne kadar güçlü olursa olsun, inanmış insanların bu gücü kırabileceğini göstermek istiyordu.
İmam Hüseyin, tek tek bütün komutanları yenince bütün ordu üstüne saldırdı. Yüzlerce asker saldırıya geçti. Kumandan Ömer uzaktan bağırıyordu:
“Başını kesin... Başını kesin.”
Simr adlı bir asker kanlar içinde kıvranmakta olan Hüseyin’in başını gövdesinden ayırdı ve koşarak komutan Ömer’e götürdü. Ömer bu kesik başı eline alıp, “İşte Yezid’in önünde eğilmeyen Hüseyin’in başı. Allaha şükürler olsun ki görevimizi yerine getirdik. Allah bunu bizlere nasip etmiştir” dedikten sonra, Hüseyin’in kesik başı ile birlikte Yezid’in sarayına doğru yola çıktı.
Hz. Hüseyin, Hicret’in 61. yılı Muharrem ayının onuncu günü, ikindi vakti Kerbela’da işte böyle katledildi. Katledildiğinde 56 yaşındaydı.
Kerbela olayından iki yıl sonra Yezid de öldü ve yerine oğlu İkinci Muaviye halife ilan edildi. İkinci Muaviye çok farklı bir kişilik sergiledi; hilafetinin 40. günü Ümeyye Camisi’nde verdiği hutbede, minbere çıkıp Allah’a hamd-ü sena ettikten, Peygamber’e salavat getirdikten sonra Aliyel-Mürteza’nın faziletlerini, üstünlüğünü ve Kerbela şehitlerine yapılan zulmü birer birer anlattı ve zalimlere lanet oku***** şöyle devam etti:
“Ey nas! Biliniz ki ben, bu zulmün devamına tahammül edemem. Hilafet makamı Ali’ye ve evladına ait bir makamdır. Ben, bu hakkı gasbetmekten Allah’a sığınırım ve kendimi bu makamdan geri alıyorum.”
İkinci Muaviye’nin annesi ile birleşen Mervan o gece ikinci Muaviye’yi zehirleyerek öldürttü. Yerine de kendisi halife oldu.

SORU 16: İslam Tarihinde İmamlar Dönemi Hangi Dönemdir?
CEVAP: İslamda “İmamlar Dönemi” olarak nitelenen dönem İmam Ali, yani Hz. Ali ile başlayıp İmam Muhammed Mehdi ile son bulan, ama bir anlamda da bitmemiş bir dönemdir. Çünkü Mehdi’nin öldüğüne inanılmaz, onun “gayb alemine” gittiğine, bir gün yeryüzüne çıkacağına ve tüm kötülüklere son vereceğine inanılır.
Bu kısımda; Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’den sonra gelen İmamlar Dönemi’ne kısaca değineceğiz.
İmamlar Dönemi, Hz. Ali ile birlikte 12 İmamdan oluşur. Arka sayfadaki tablodan imamların doğum ve ölüm tarihlerini sırasıyla izleyebiliriz. “12 İMAMLAR”.
Kerbela katliamında sadece Hz. Hüseyin’in oğlu Zeynel Abidin, o da hasta yatağında olduğu için sağ kaldı. İmam soyu da onunla devam etti.
On İki İmam
hz. ali
hz. hasan
hz. hüseyin
hz. zeynel abidin
hz. musa-i bakir
hz. musa kazim
hz. cafer sadik
hz. riza
hz. muhammed taki
hz. naki
hz. hasan el - askeri
hz. mehdi
SORU 17: İslam Tarihi’nde Abbasiler Dönemi Hangi Dönemdir?
CEVAP: Hz. Muhammed, ölümünden önce şöyle demişti: “Ey insanlar, sizin aranızda iki paha biçilmez şey bırakıyorum. Biri Allah’ın kitabı, diğeri Ehlibeytimdir.” Hz. Muhammed, Ehlibeyt’in kimlerden ibaret olduğu sorusuna da, “Ali’nin, Akiyl’in, Cafer’in ve Abbas’ın soyları” cevabını vermişti.
İşte İslam tarihine Abbasiler, Abbasoğulları diye geçenler bu Abbas’ın soyundan gelenlerdi. Yani Abbasiler Ehlibeyt soyundandı.
Ümeyyeoğullarının yani Emeviler’in Ali’ye ve taraflarına uygun gördükleri zulüm ve ihanete karşılık, Abbasoğulları, Ehlibeyt’in desteğiyle hilafet makamına geçti.
Emeviler’in zulmü sürüp giderken onlara karşı direnme ve özellikle Kerbela katliamının öcünü alma isteği de güçleniyordu. Horasan ülkesindeki başkaldırıya önderlik eden Eba-Müslim Horasani halktan Ehlibeyt adına biat almaya bile başlamıştı.
Emevilerin zulmüne 90 yıla yakın bir süredir dayanan halk akın akın Eba-Müslim’in açtığı Ehlibeyt sancağının arkasında toplanıyordu. İşte bu güç, Emevi hilafetini alt üst etti:Ehlibeyt, hakkı olan hilafeti nihayet elde etmişti.
Fakat, durum böyle devam edemedi. Hz. Muhammed’le amca çocuğu olan Abbas’ın soyundan gelen Abbasoğulları iktidara geçince, hilafeti Ehlibeyt adına almalarına rağmen kendilerine en büyük rakip olarak Ali evladını gördüler ve onlara zulme başladılar. Hatta bu zulüm, o kadar büyüdü ki, zaman zaman Emeviler’inkini bile gölgede bıraktı.
Başta Şia ve Meval-i Müslüman (köle Müslüman) denen Arap olmayan Müslüman çoğunluğun desteğiyle başarıya ulaşan Eba-Müslim, seffah ya da kan dökücü lakabıyla anılan ikinci Abbasi halifesi Ebu Cafer Mansur tarafından 457 (137) tarihinde katledildi.
Ehlibeyt adına, Ehlibeyt düşmanlarına karşı mücadele ederek hilafet makamını elde eden Abbasoğulları 2. Abbasi halifesi Mansur ile Ehlibeyt’e düşmanlık etmeye başladı. Bu zulümden Ehlibeyt dışındaki İslam bilginleri de nasibini aldı.
Abbasiler Ehlibeyt yanlılarına karşı kitle katliamlarına da giriştiler. Bir kısım Ehlibeyt diri diri toprağa gömülür, ateşe atılırken bir kısmı da yapılan binaların duvarlarında taş niyetine kullanılarak öldürüldü.
Abbasilerin bu dizginsiz zulmü, ancak, Moğol akınlarıyla yıkıldıklarında 1258 (656) sona erdi.
Şimdi de bu dönem boyunca hüküm süren Abbasi sultanlarına kısaca bir göz atalım.
Abbasi Halifesi Harun Reşid, 23 yıl hükümdar olarak kaldıktan sonra, 809 (hicri 193) yılında kırk dört yaşında öldü.
Harun Reşid devri, İslam Tarihi’nin, fen bilimleri, sanat ve edebiyat açısından en ileri devri olmasına rağmen, insan hakları bakımından da en karanlık devriydi.
Harun Reşid, tahtına oğlu Emin’i veliaht yapmış, sonra da öteki oğlu Memun’un hükümdar olmasını kararlaştırmıştı. Ülkeyi iki oğlu arasında bölmüş, doğu kısmını; merkezi Merv şehri olmak üzere Memun’a, batıyı merkezi Bağdat olmak üzere Emin’e vermişti.
Savaşı kazandığı takdirde hilafeti Ebu Talip soyuna (yani Ali soyuna) vereceğini ilan eden Memun, o sırada Ali soyundan Sekizinci İmam olan İmam Rıza’yı Merv şehrine çağırdı.
İmam Rıza bu teklifi kabul etmediyse de, Memun hiçbir gerekçeyi kabul etmeyerek ısrar etti. Bunun üzerine İmam Rıza, idari işlere karışmamak koşuluyla görevi kabul etti.
Memun, İmam Rıza’dan bayram namazını kıldırmasını istedi. Fakat bu davranışı kısa sürede ciddi bir soruna yol açtı.
Emeviler ve sonra da Abbasiler döneminde halifelerin toplu ibadete gidişleri çok şatafatlı olurdu. Birer güç gösterisi olan toplu ibadetler öncelerinde halife, altınlarla mücevherlerle süslü bineğine biner, en ihtişamlı giysilerini giyer, en pahalı ziynet eşyalarını takardı.
Memun’un, özel bineğini bu kez İmam Rıza’nın kapısına kölelerle gönderdi. Fakat, İmam bineğe binmedi. Çıplak ayakla elinde asasıyla “Allah, Allah” diye tekbir getirerek yürüdü. İmamı bu halde gören Memun’un adamları da bineklerinden indi. Ayakkabılarını çıkartarak İmam ve çevresindekiler gibi çıplak ayakla yürümeye başladılar.
İmam’ın bu şekilde mescide yürüyüşü kitleyi çok etkiledi. Öte yandan, tekbir getirerek yürüyen şehir halkı da Memun’un adamlarını korkutmuştu. Ne olacağını bilemedikleri için hükümdarlarına haber verdiler. Bunun üzerine Memun İmam’a derhal; “Size zahmet verdik, makamınıza dönünüz, bayram namazını da her vakit kıldıran kişi kıldırsın” diye haber yolladı. İmam bunun üzerine makamına döndü, halk da dağıldı.
Memun, İmam Rıza’yı kendine veliaht tayin ettikten sonra, kızı Ümmü Habibe’yi İmam’a, öbür kızı Ümmü Fazl’ı da oğlu Muhammed Taki’ye verdi.
Kardeşini öldürüp tahta tek başına geçen Memun İmam Rıza’yı önce veliaht yaptı, ardından da zehirletti.
Abbasiler, Haşimiler’dendi. Fakat en büyük rakipleri de gene Hamişiler’den Ali soyu idi. Emeviler’in yıkımı ile Ali soyunun kıyımı bitmemişti. Arap olmayan Müslümanlar, yani Şia’nın ezici çoğunluğu onlara bağlı idi.
Abbasiler’in herhangi bir mezhepten olduğu söylenemez. Bazen Ali ve Ehlibeyt’e yakın görünüyorlar, bazen de onların ileri gelenlerine her türlü kötülüğü yapıyorlardı. Hatta Şia’nın aleyhine bazı mezhepleri tutma yoluna bile gidiyorlardı. Cafer-i Sadık’a karşı Mansur, İmam Musa-i Kazım’a karşı Harun Reşid böyle davranmıştı. Memun ise yukarıda gördüğümüz gibi hepsinden farklı bir yol denemişti.
Abbasi halifesi Mu’temid on birinci İmam Hasan-ül Askeri’yi zehirleterek öldürdükten sonra Ali soyunu yok etmek için ailede hiçbir erkek çocuk bırakmamaya karar verdi ve bütün erkekleri öldürttü. Bu katliamdan hamile kadınlar bile kurtulamadı. Bu durumu Gölpınarlı’dan dinleyelim:
“Halifenin emriyle evdeki eşya toplanıp mühürlendi; odalar arandı; gönderilen ebeler, kadınları muayene ettiler; gebe sanılar bir cariye, hanımlarıyla beraber bir müddet hapsedildi; sonunda cariye’nin gebe olmadığı anlaşıldı ve oğulları Sahip’ül Emr bulunamadı.”
Bu aranan İmam, İslam tarihinde son imam olarak adı geçen, İmam Mehdi’ydi. Hatta İmam Mehdi’nin düşmanlarınca bulunmaması için ismi ile anılması bile yasaklanmıştır.
Kısaca özetlersek; Emevilerin hilafette kaldığı 87 yıl boyunca 14 halife yönetimde bulundu. Abbasiler ise, 750’den 1258 tarihine kadar hilafette kaldılar. Hz. Muhammed’in ölümünden yaklaşık 132 yıl sonra hilafet Abbasoğullarına geçmişti. Onlardan da toplam 37 halife hilafet makamına çıktı.
Son Abbasi halifesi Elmustasim Billah zamanında Moğol Hanı Cengiz’in torunu Hülagu Han Bağdat’ı zaptetti. Halifeyi bir çuvala koydu ve süvarilerinin ayakları altında ezdirerek öldürttü. Böylece Abbasi devri sona erdi.
Abbasi Halifeleri; Irak-Bağdat ile Kahire olmak üzere iki dönemde incelenir. Bağdat’taki, hilafete Moğollar Mısır’daki hilafete ise Osmanlılar son verir.

SORU 18: Aleviler’in Tuttuğu Orucun Özelliği Nedir?
CEVAP: Aleviler’in tuttuğu orucun özelliklerinden biri; akşamdan niyet tutulup ertesi gün oruç tutulur. Oruç günbatımında açılır. Sahurda yemek yemek yoktur. İftarda ise özel bir hazırlık adeta yemek şöleni yoktur. İftar sofrası her günkü akşam yemeğinin özelliklerini taşır.
12 günlük oruç boyunca; eğlence yoktur. Kavga, gönül kırmak, yalan söylemek, insanları üzmek vs. yoktur.Hatta zevk ve sefa kapsamına girdiği için sakal kesilmez. Kerbela olayı anısına su içilmez et yenmez. Kesici aletler ele alınmaz. Herhangi bir müzik aleti çalınmaz. Nefes söylemek için bile bağlama ele alınmaz. Aletsiz nefesler, mersiyeler okunur. İbadet, dualar bağlamasız yapılır.

SORU 20: Aleviler’de Dede Kimdir?
CEVAP: Alevilerde Cem ibadetini dede yönetir. Yani din adamına dede denir. Dedelerin soyunun Hz. Muhammed’e dayandığına inanılır. Soyu peygambere ulaşmayan kişi Alevilere dedelik yapamaz. Dedelik babadan oğula geçer. Bir babanın birden çok erkek çocuğu varsa onlar içinde babanın uygun bulduğu ve elverdiği oğlu dede olur. Tüm çocuklar dede olmaz.
Hz. Muhammed’in soyu kızı Fatıma ile Hz. Ali’nin evliliğinden olan Hasan veHüseyin’den devam etmiştir. Hz. Hasan’ın soyuna Şerif, Hz. Hüseyin’in soyuna Seyit denir.
Alevi dedelerine; “Seyidi Saaddet evlad-ı resul” denilir. Hilafetin başından beri Hz. Muhammed’in soyunun nüfus kütüğünü “Nakibul eşraflık” adlı kurum tutmaktadır. Bu nakibal eşraflık kurumu hilafetin Osmanlı’ya geçmesi ile Osmanlıya geçmiştir. Bugün bizdeki dedelerin elindeki secerdelerin çoğu bu nakibul eşraflık kurumu tarafından düzenlenmiş orjinal belgelerdir.
Dede soyluluk, Kerbela Olayı’ndan sonraTürk illerine geçmiştir. Bugün birçok Türkmen dedesinin peygamber soyundan olması bu kanaldan gelmektedir. Bu nedenleTürkmen Alevi dedelerin soylarının evlilikler yolu ile peygamber soyuna ulaşması olasıdır.

SORU 21: Aleviler’in İbadeti Olan Cem’in Özellikleri Nedir?
CEVAP: Cemi dede yönetir. Dedeler peygamber soyundandır. Bunun isbatı secereler ile, birde bu hizmet yüzyıllardır süren bir hizmettir. Her toplum kendi dedesini tanır. Dedesoylu olmayan birinin dedelik yapması oldukça zordur. Aleviler kapalı bir toplumdur. Dışardan içlerine girip dede olmadığı halde kendini dede kabul ettirmesi biraz zordur. Her insan ağzı ile kuş tutsa Alevi Cem’ini yürütemez. Dedenin peygamber soyundan olması şarttır.
Cem’e kavgalı, küslü, suçlu kimse alınmaz. Varsa ibadetten önce onlar barıştırılır. Alevilik yola bazı uğraşlarda bulunanlar alınmaz. Bunlar; Avcılar, kasaplar, görevi işkence yapmak veya adam öldürmek olanlar yola alınmaz. Cem’e katılıp birbirinden davacı olanlar için katılan tüm Cemaatin jüri olduğu bir yargılama olur. Bundan aklanınca Cem devam eder.
Alevilikte ilk etik kural; eline, diline, beline sahip olmaktır. Alevilikte vahim hatalar işleyen kişiler yoldan atılır. Düşkün edilir. O kişi toplum dışına itilir. Toplumdan izole edilir.
Cem’e gelen lokmalar eşit dağıtılır. Az bulana tekrar verilir. Bu dağılımda eşitlik sağlanır. Cemde cinsellik yoktur. Tüm katılımcı canlar insandır. Erkek yada kadın değildir. Cinsellik ibadet sırasında yoktur. Böyle bir duygu unutulur. Tüm canlar başka bir dünyaya yolculuk eder. Transa geçer. Kadın, erkek yoktur. Can, canlar, eren, erenler vardır. Cem Töreninde cinsellik yoktur.

SORU 22: Kaç Çeşit Cem Vardır?
CEVAP: Alevi ibadetine Cem denir. Çocukların ve yetişkinlerin birlikte katıldığı birazda eğitim amaçlı olan cemlere Birlik Cemi denir. Buna bazı yörelerde; Abdal Musa Cemi yada Kısır Cem’de denir.
Bunun dışında sadece müsahip ve evli çiftlerin katıldığı ve her çift için yılda bir yapılan ceme görgü cemi denir. Bu cemde görgüsü yapılan Canlar özünü dara çeker. Kendilerini gönüllü olarak dârâ çekerler, yargılamaya tutarlar. Şikayeti olan canlarda şikayetlerini dede önderliğindeki canların huzurunda ifade ederler. Görgüsü yapılan canların bir yıllık yaşamları mercek altına alınır. Adeta rehabilitasyon yapılır. Ruhsal bir temizlik yapılır. Bir yıllık yaşam gözden geçirilir. Kişilik rehabilite edilir ve yola devam edilir.
Bu cem daha disiplinli yapılır. 12 hizmetin tüm kuralları uygulanır. Bu cemin süresi yoktur. Yaklaşık akşam 5 de başlar. Sabaha kadar sürdüğü gibi bir günden fazla sürdüğüde olur. Katılan canların ruhsal birlikteliği adeta yenilenir. Ruhsal bir yenilenme sağlanır.

SORU 23: Alevilik’te Müsahiplik (Yol Kardeşliği) Nedir?
CEVAP: Alevilik’te müsahiplik yol kardeşliğidir. Kan kardeşliği dışında oluşan sosyal akrabalıktır. İki evli çiftin dünya-ahiret yol kardeşliğidir.
Müsahip olacak kişiler önceden müsahip adayını belirlerler. Dedelerine danışırlar. Bir yıl kadar müsahip kuralları ile yaşayıp yaşayamayacaklarını denerler. Ondan sonra müsahip olmaya karar verirler. Müsahiplik, müsahip cemi yapılarak başlar.
Müsahiplerin yeri Alevilikte kardeşlikten daha önemlidir. Kişinin yolu evlilikten sonra kardeşi ile ayrılabilir. Cüzdanı evi ayrılır. Müsahiplikte cüzdan ayrılmaz adeta ev ayrılmaz. Müsahibinizin eşi sizin kardeşiniz çocukları sizin çocuğunuz sayılır. Ayrı-gayrı yoktur. Sorumluluk ortaktır. Müsahiplik bir kere yapılır. Ölünceye kadar devam eder. Müsahiplikte ayrılmak yoktur.Müsahiplik eşitlik, sevgi, saygı, dostluk, dayanışma v.s. temeline dayalı toplumsal kardeşliktir. Bir köyün tümünün müsahip olduğunu düşünün ortaklaşmacı, eşitlikçi bir yaşam demektir. Müsahipler birbirinin iyi hareketinden olduğu kötü hareketinden de sorumlu bulunuyor. Bu durum da sıkı bir otokontrolü zorunlu kılıyor. Yapılacak hataları minimuma indiriyor. Az suçun yada hiçbir suçun işlenmediği bir toplumu oluşturmanın alt yapısını oluşturuyor.

SORU 24: Yedi Ulu Ozan Kimdir? Alevilik’teki Yeri Nedir?
CEVAP: Yedi Ulu Ozan; değişik tarihsel dönemlerde yaşamış Aleviliği gerek içerik olarak gerekse edebi olarak en iyi ifade eden 7 kişiden oluşan ozanlardır. Bu ozanlar adeta Aleviliğin tanınması açısından Aleviliğin kart adresleridir. Kartvizitleridir. Aleviliğin yazılı kaynaklarının tarihsel/toplumsal süreçte önemli ölçüde tahrip oldukları düşünüldüğünde ve önemli ölçüde şifahi kaynaklara dayanarak yaşadığı düşünüldüğünde bu durum daha fazla önem arzetmektedir.
Bu ozanların isimlerini sayarsak; Seyit Nesimi, Şah Hatayi, Fuzuli, Yemini, Virani, PirSultan, Kul Himmet’tir.
Kısaca biyografilerine bakarsak; Seyyit Nesimi:
SEYYİD NESİMİ (1369-1417)
Bağdat’ın Nesim Kasabası’nda yetişmiş, Diyarbakır bölgesine yerleşen Türkmenler’dendir. Halep’teHallac-ı Mansur’un düşüncelerinin iz sürücüsü olduğu için kafir sayılıp derisi yüzülerek öldürülmüştür.
Nesimi, Hurufi’dir. Fazlullah Hurufi’nin görüşlerini benimsemiştir. Varlık birliği görüşünü savunan, kişi ile tanrı arasında bir nitelik yükleyen inanç arasında bağlantı kurar. Tanrının yetkin (Kamil) insanda görüldüğü tasavvufi görüşünü benimser.
Başlıca eserleriTürkçe ve Farsça divanlardır. Azeri asıllı Türkmenlerdendir.
Katledilme sırasında rivayete göre derisi yüzülerek eline verilip giderken, Halep’in 12 kapısından aynı anda çıktığı görülmüştür. Yolda birisine; “Gerçek Kabe’nin yolcusuyuz.” Elinde yüzülmüş derisini göstererek “İhramımız budur” dediği beyti meşhurdur.
ŞAH HATAYİ (1487-1524)
Yedi Ulu’lardan Şah Hatayi; 1487 yılında İran-Erdebil’de doğdu. Anadolu’daki Alevi cemlerinde nefesleri en sık yer alan ululardandır.BabasıŞeyh Haydar, anasıAkkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın kızı Alemşah Halime Begüm Sultan’dır.
OsmanlıPadişahı Yavuz SultanSelim’le 19 Mart 1514’de yaptığı Çaldıran’daki savaşı kaybetti. Bu onun için sonun başlangıcı oldu. 1524’de 37 yaşında iken Azerbaycan’da Hakk’a yürüdü. Cenazesi Erdebil’e götürülerek, dedesiŞeyh Safiyüddi’nin türbesi yanında toprağa verildi.
Şah Hatayi çok iyi bir eğitim almıştır. Hz. Ali ve HacıBektaş Veli üstüne pek çok içtenlikli nefesler yazmıştır.
FUZULİ (1504-1556)
Asıl adıMehmet olan Fuzuli; 1504’deKerkük’te doğdu.Kerkük’teBayat Türkmen boyunun Karyağdı soyundan gelmektedir.
Şiirlerini hem Türkçe, hem Arapça hem de Farsça yazan Fuzuli’nin en başarılı eserleriTürkçe yazılmış olanlarıdır. Fuzuli; yalnızca Türk ve Fars edebiyatında değil, dünya klasikleri arasında da saygın bir yer almış ozandır.
Bir gönül eri olan Fuzuli; yaşamı süresince Kerbela veBağdat çevresinden ayrılmamış, bir süreHz. Ali’nin türbesinde türbedarlık yapmıştır.
Kitaplar Fuzuli’nin en büyük dileğinin Kerbela da ölmek olduğunu yazar. Fuzuli yakın çevresineHz. Hüseyin’in türbesinin yanında toprağa verilmeyi ve mezarına taş konulmamasını vasiyet etmiştir. Kendisi veba hastalığı salgınındaHakk’a yürümüş ve vasiyeti yerine getirilmiştir.
Kerbela Olayı’nı anlatan “Hadikat-ü Süeda” (Mutluların Bahçesi) en önemli eserlerindendir.
YEMİNİ (15.-16. YÜZYIL)
Yemini 15 yüzyılın sonu ile 16. yüzyılın ilk yarısındaTuna Irmağı yörelerinde yaşadı.
Çeşitli kaynaklar tarafından asıl adının Ali olduğunu, Akyazılı İbrahimDede zaviyesinde hizmet ettiğini ve “Yemini” mahlasını kullandığını yazar.
Demir Baba Velayetnamesi’nde adı “Hafız Kelam Yemini” olarak geçer.Bundan da Kuran’ı ezbere okuduğu anlaşılır. Hz. Ali’nin mitolojik yaşamını konu edinen Faziletname adlı kitabı 7300 beyitten oluşmaktadır. Kitap bir erdem kitabıdır. Bu kitap, Hz. Ali’nin yaşamının, Ehlibeyt ve Ali sevgisinin yoğun işlendiği temel eserlerinden biridir. Bu eseri Kitab-ı Erdem (iyi ahlak kitabı) olarak niteleyenler kitaptaki doğruluğu, dürüstlüğü, alçak gönüllülüğü yaşam biçimi ve inanç biçimi haline getirmesinden dolayıYemini’ye daha bir saygı duyarlar.
VİRANİ (16. YÜZYIL)
Doğum ve ölüm tarihi belli olmayan Virani’nin; 16. yüzyıldaEğriboz adasında doğduğu söylenir. Hurufiliği benimsemiş bir Bektaşi ozanı olan Virani; bir süreNecef’te Hz. Ali’nin türbesinde türbedarlık hizmeti vermiştir.
Virani; BalkanlardaDemir Baba’dan babalık icazeti almış, Hz. Ali tutkusunu dile getiren çok sayıda şiir yazmıştır.
Bazı araştırmacılar, yazılarında Virani’nin aruz vezni ile 300’e yakın şiir söylediğini ve koca bir divan oluşturduğunu bildirerek Ozan’ın az çok öğrenim görmüş olduğunu belirtirler.
Virani’ye göre, evrende ve bütün nesnel varlıklarda görünen Hz. Ali’dir.
PİR SULTAN ABDAL (16. YÜZYIL)
Pir Sultan Abdal’ın 1500 yıllarında doğduğu tahmin ediliyor. Doğduğu yeri ise kendisi şiirlerinde, “Benim AslımHorasan’dan Hoy’dandır” diyerek belirtiyor.
Asıl adıHaydar olan Pir Sultan Abdal’ın Sivas’ın Yıldızeli’ne bağlı Banaz Köyü’nden olduğu söylenir. Pir Sultan’ın yaşamı Alevi Bektaşi toplumunun söylenecelerine dayanır. Şiirlerinden iseSafeviDevleti hükümdarıŞah İsmail’in oğlu olan ŞahTahmasab zamanında yaşadığı anlaşılır.
Pir Sultan Abdal, döneminin toplumsal sorunlarına eğilmiş, bunları kendisine konu edinmiş, çıkış yolları aramış, yer yer şiirini sanatını da bu uğurda aracı yapmış bir ozandır. Bu nedenle halkla, halkın sorunlarıyla özdeşleşmiş ve bütünleşmiştir.
Pir Sultan Abdal, Osmanlı zulmüne karşı Anadolu halkının sıkılmış yumruğudur. Haksız gidişe “dur” diyen bir haykırıştır.
KUL HİMMET (16. YÜZYIL)
Kul Himmet; Tokat’a bağlı Almus ilçesinin bugünkü adıGörümlüKasabası olan Varsıl Köyü’ndendir. 16. yüzyılın ikinci yarısında yaşamıştır. KulHimmet bütün nefeslerindeHz. Ali, 12İmamlar veHacıBektaş Veli’yi büyük bir içtenlikle anlatır.
Kul Himmet’in nefesleri de diğer ulu ozanların nefesleri gibi her Alevi ceminin vazgeçilmez nefesleri arasındadır. İyi bir tekke ve tarikat eğitimi gören KulHimmet’in, Pir Sultan Abdal’a bağlı olduğu, onun çevresinde yetiştiği, müridi olup O’nu izlediği şiirlerinde açıkça ortaya çıkar.
Halk ozanlarında AleviBektaşi olmayanlar bile onun etkisinde kalmış, ona yakınlık göstermiştir.
Kul Himmet; tarikat ışığında beliren insan sevgisini HacıBektaş Veli üzerinde yoğunlaştırarak nesnel duruma getirmiş, tanrı kavramını bir varlık olan insanla özdeşleştirmiştir.

SORU 25: Aleviler’de, Semah Nedir?
CEVAP: Aleviler’de, Alevi ibadetleri olan Cem ibadetinin bir aşamasında kadın ve erkek canların dedenin işareti ile cem meydanında bağlama eşliğinde çalınan nefeslerle dönülen ve ibadetin bir parçası olan olaydır.
Semahı halk oyunları gibi folklorik etkinliklerle karıştırmamak gerekir. Semah Alevi ibadetinin bir parçasıdır. Özelliği kadın ve erkeğin birlikte dönmesi ve dinsel içerikte olmasıdır.
Semah sırasında bağlama ile çalınan nefesler klasik Alevi ozanlarının Kerbela Olayı, Hz. Ali, HacıBektaş Veli, Hz.Muhammed, 12 İmamlar v.s. üstüne söylenmiş parçalarıdır.
Semah ibadetin figürlerindendir. O’nu oyun olarak algılamamak gerekir. Mevlevi ve benzer oluşumlardan farkı ise, kadın ve erkek canların birlikte dönmesidir. Mevlevi semahlarında kadın yoktur. Semah’ın orjininin Hz. Muhammed’in Miraç’tan Kırklar meydanında döndüğü KırklarSemahından kaynaklandığına inanılır.
Yüzyıllar içinde bazı değişikliklere uğramasına karşı esas özelliği korunmaktadır. Bugün bazı yöresel özelliklere rağmen yapılan cemlerin ayrılmaz bir parçası olarak yaşamaya devam ediyor.

SORU 26: Türkler İslamiyet İle Ne Zaman Tanıştı?
CEVAP: İslamiyet Arap Yarımadası’nda yani bugünkü Suudi Arabistan’da 620 yıllarında doğdu. Peygamberi Hz. Muhammed’tir. Uzun ve yorucu bir mücadeleden sonra tüm Arap yarımadası İslamiyeti kabul etti. Arap Yarımadası’ndan sonra, İslamiyet diğer kıtalarla ve milletlerle tanışmaya başladı. İslamiyet Arap Yarımadası’ndan çıkınca coğrafi olarak önce Pakistan ile ardından Hindistan, İran, Mezopatamya venihayet Türkistan ile tanıştı. İslamiyetin Türklerle tanışması 9. 10. yüzyıla denk düşer.
Araplar, Türkistan’a Emeviler döneminde gelir. Türkler’in İslamiyet ile tanışması Emeviler ile olur. Emevi orduları Kuteybe komutasındaTürkistan’a fetih amacı ile gider. Türkler, İslamiyet’in Arap orduları kanalı ile yapılacak fethine karşı direnirler. Çok kanlı çarpışmalar olur. Çok Türk, Arap orduları eli ile öldürülür. Türk şehirleri kana boyanır. Nerede ise yetişkin erkek çocuk kalmaz. Onbinlerce Türk genci darağaçlarını boylar.
Türkler’in İslamiyet ile tanışması çarpışması kendilerine çok pahalıya mal olur. Sonuçta ise yaklaşık 300 yıl süren bir zamandan sonraTürkistan’ın İslamiyet’i kabul ettiği söylenebilir.

SORU 27: İslamiyet’ten Önce Türkler Hangi İnanca İnanıyordu?
CEVAP: Türkler, İslamiyet ile İslamiyet’in doğuşundan yaklaşık 300 yıl sonra tanıştılar. İslamiyet’ten önce değişik inançlara mensuptular. Bir kısmı; Musevi, bir kısmı Hıristiyan iken diğerleri ise; Budist, Mani ve Şaman inancına inanıyorlardı.
Bugün bile o tarihten kalan bir özellik sonucu, Hazar Türkleri Museviliğe, Gagauz Türkleri Hıristiyanlığa, Uygur TürkleriBudizme, Mani dinine inanırken, AltaylardakiTürklerŞamanizme inanıyor.
İslamiyet’in Türklerle tanıştığı yıllar aynı zamanda Ahmet Yesevi’nin yaşadığı ve inancını yaydığı yıllardı. AhmetYesevi, hocasıYusuf Hemedani’nin yolunda Sufi, tasavvufi inançlar doğrultusunda çevresini irşat etmeye çalışıyordu. Bu inanç O’ndan sonra yol eri Lokman Parende ve HacıBektaş Veli eli ile devam etti.
Ahmet Yesevi’nin İslam’ı yorumlama tarzı temeli insan sevgisine dayalı, eşitlikçi, özgürlükçü bölüşümcü bir anlayışı ifade ediyordu. O inancın temeline insanı ve insanı sevmeyi, saymayı, ona hizmet etmeyi koymuştur.
Araplar’ın İslamiyeti yorum tarzı çok farklı idi. Arap egemenliği, kibiri egemendi. Arap olmayanlar ikinci sınıf müslümandı. Birinci sınıf müslüman, hakiki müslüman Arap olanlardı.

SORU 28: Mevâli Müslüman Ne Demektir?
CEVAP: İslamiyet’in kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim’in Arapça olması Araplar’da kibir konusu olmuştur. Arapları hakiki, öz müslüman Arap olmayan İslamiyet’i sonra kabul eden, Pakistanlı, Hindistanlı, İranlı ve Türk müslümanları ise Araplar; “Mevâli Müslüman” yani ikinci sınıf müslüman yada köle müslüman olarak görüp küçümsemişlerdir. Mevâli Müslüman deyimi buradan çıkmıştır.
Bu anlayış o denli abartılmışki İslamiyeti kabul eden diğer milletler küçümsenerek onları Araplaştırma, asimile etme yoluna gidilmiştir. Onların dilleri, gelenekleri, görenekleri, kültürel mirasları adeta yok sayılarak Araplaştırma kutsanmıştır. Arapça ve Araplara ait olan özellikler adeta kutsanmış Araplar dışındaki milletlere ait kültürel miraslar adeta yok sayılmış. Onların terkedilip Arap ögelerle değiştirilmesi İslam’ın şartı imiş gibi teşvik edilmiştir.

SORU 29: Türkler Arasında; Alevilik-Sünnilik-Şiilik Ne Zaman Oluştu?
CEVAP: Türkler İslamiyetiEmeviler döneminde tanıdılar. Yani yaklaşık İslamiyet’in doğuşundan 300 yıl sonra oldu. 300 yıl boyunca da “İslamlaşma” dönemi yaşandı. Böylece Türkler İslamiyeti İslamiyet’in doğuşundan yaklaşık 600 yıl sonra kabul ettiler dersek, abartı sayılmaz.
Bu yıllara kadar İslamiyet’te Hz. Muhammed dönemi yaşanmış. Hz. Muhammed vefat etmiş. Halife Ebubekir, Halife Ömer, Halife Osman ve Hz. Ali’nin halifeliği dönemi yaşanmıştır. Siffın Savaşı, Hendek Savaşı gibi savaşlar olmuş. Hz. Ali’nin hilafeti “Hakem Olayı” ile elinden alınmış. Yezit halife olmuş.Yezit vefat etmeden yerineMuaviye’yi halife yapmıştır. Hz. Ali’nin çocukları, Hz. Muhammed’in torunları olan Hasan hilafet uğruna zehirlenerek, Hz. Hüseyin Kerbela’da 72 kişilik yaşlı-çocuk ev halkı ile birlikte aç ve susuz bırakılarak 10.000 kişilik yezit ordusu kanalı ile Kerbela’da acımasızca katledilmiştir.
Bu olayların İslam içindeki yankıları İslam’ın yayılması ile o coğrafyalara da gitmiştir. Türkler İslamiyet ile tanıştığında bütün bu olaylar yaşanmıştır. İslam içinde taraflar seçilmiş saflar belirginleşmiştir.
Türkler İslamiyeti Emevi ordusunun güç ve ihtiras gösterileri ile tanıdılar. İslamiyeti kabul etmemek için çok direndiler. Kabul ettiklerinde ise, Hz. Ali yandaşlığını, Ehlibeyt yandaşlığını, Ali şiası yandaşlığını kabul ettiler. Bu durum Türk destanlarında; DedeKorkut Destanı’nda, Manas Destanı’nda açıkça görülmektedir. Türk destanlarında; Alisevgisi, FatmaAna sevgisi, Hz. Hüseyin, Hz. Hasan sevgisi sık, sık işlenmektedir. Kerbela Olayı anlatılmaktadır.
Fetih özelliği taşıyan Kuteybe veZalim Haccac komutasındaki Arap ordularına karşı Farslar veTürkler direnmişlerdir. İslamiyeti kabul ettiklerinde ise Emevi İslamı değil Ehlibeyt yandaşlığını, Ali yanlılığını kabul etmişlerdir. Bu coğrafyalarda daha sonra İslam mezheplerinin etkileri egemen oluncaya kadar devam etmiştir.
Türkler’in çeşitli mezhepleri seçmeleri Hanefi, Şafii, Şii v.s. olmaları daha sonraki yüzyıllardaki tarihsel görüşmelerden sonra olmuştur.

SORU 30: Ahmet Yesevi’nin Alevilik’teki Yeri Nedir?
CEVAP: Ahmet Yesevi’nin hem Türk dünyası hemde Alevilik tarihi açısından özel ve ayırdedici bir yeri vardır. Türk dünyasının önde gelen büyüklerindendir. Alevi inancı açısından da piramidin tepesindedir. O, Aleviler’in tanımı ile; “Piri Türkistan’dır.” O, “Doksan Dokuz Bin Gaip Erenlerin Piridir.”
Ahmet Yesevi; İslamıTürkçe konuşturan, İslamı Türkçeleştiren Türk ulusudur. O’nun bu düşüncelerini kendi yazdığı kabul edilen; “Hikmetler” adlı eserlerinde ve “Menakıpnameler”de görmek olasıdır. AhmetYesevi geleneği Lokman Parende, HacıBektaş Veli çizgisi ile devam etmiş, izsürücüleri için “Pusula” yada “Serçeşme” olmuştur. AhmetYesevi’nin doğumu ile ilgili muhtelif tarihler vardır. Ama, doğumunun Türkistan’ın Yesi kentinde olduğu ve 1100 yıllarına dek yaşadığı üstüne tarihçiler hemfikir bulunuyor.
Bugün, Anadolu’da ve dünyanın değişik coğrafyalarına serpişmiş Alevi biri ile karşılaşıldığında küçük bir kaynak soruşturması sonucu Aleviliğin doğuş adresi olarak Türkistan ve Ahmet Yesevi adının telaffuz edilmesi bir rastlantı değil.
Göktanrıcılık geleneğinden geldiği sanılan Gökkubbe geleneği anlayışına uygun bir mimaride yapılan Ahmet YeseviTürbesi arayanlar için hayli “hikmetler” ile dolu gözüküyor. Dergahta meydanevi yada cemevi olarak kullanılan mekanın geleneğe uygun olarak kullanımı görenlere çok şeyler söylemektedir. Daha sonraki tarihlerde Anadolu ve Balkanları süsleyen Gökkubeli yüzlerce dergahın ilham kaynağı AhmetYesevi’nin Gökkubeli Dergahı değilse neresi olabilir?

SORU 31: Aleviliğin Şamanizm ile İlişkisi Nedir?
CEVAP: Şamanizm, Türkler’in bir kısmının İslamiyet’ten önce inandıkları inancın adıdır. Bugün deAltay Dağları yöresinde hala varlığını sürdürüyor.
Şamanizm, bir doğa dinidir. Doğaya tapınma çok yaygındır.Şamanlar tanrılardan ve doğasal güçlerden yardım isterler. Şamani inançta; gür akan sular, yüksek ağaçlar, engin dağlar, görkemli su kaynakları vs. kutsanır. Ay ve gün kutsanır. Doğanın nimeti olan ürünler kutsanır. Şamanlar din adamıdır. Şamanlar adeta transa geçerek hastaları iyileştirdiklerine inanırlar.
Alevilik’te de Şaman’i inançta olan bir çok özellik vardır. Doğaya saygı ve kutsama gibi, ay ve güneşe saygı ve kutsama gibi. OrtaAsya’daki Şamani kişiliği Aleviler arasında şu yada bu özelliklerini taşırken görmek çok olasıdır.
Aleviliğin Şamanizm’den, Manilikten, Budizm’den kalan bazı özellikleri taşıdığını söylemek abartı olmaz.

SORU 32: Alevilik Anadolu’ya Nasıl Geldi?
CEVAP: Ahmet Yesevi, Aleviler arasında; “Piri Türkistan”, “Piri Horasani”, “Doksan DokuzBin Gaip Erenlerin Piri” v.s. olarak anılan bir kişiliktir. AhmetYesevi yetiştirdiği dervişleri bu düşüncelerini inancını yayması için görevlendirip yakın coğrafyalara gönderdiği biliniyor. Anadolu’ya gelen dervişlerin ve bacıların bu kulvarla ve bu anlayışla 9. 10. yüzyıldan itibaren çeşitli tarihlerde gelip dergahlarını açıp 4 kıtaya 18 bin aleme seslendiklerine inanılır.
O yıllardaTürkistan’da vuku bulan iklim değişikliği nedeni ile bu şartlar Türkmenlerin bu göçüne ivme de kazandırır. Anadolu’da o yıllarda yani 9. 10. ve 11. yüzyıllarda DoğuRoma İmparatorluğu vardır. Buraya; “Diyarı Rum” denmesi bundandır.
İşte 9., 10. ve 11. yüzyıldaTürkistan’dan Anadolu’ya gelip Anadolu’yu irşât eden dervişler AhmetYesevi dergahında yetişmiş gönül erleridir. Seyidi Battal Gazi, Barak Baba gibi Anadolu Erenleri bu tarihlerde Anadolu’ya gelir. Seyidi Battal Gazi’nin Eskişehir/Seyitgazi ilçesindeki görkemli mimariye sahip dergahı tarihçilere göre; 9. yüzyılda kurulmuştur. Bunu Anadolu ve Rumeli’deki diğer dergahlar izlemiştir.

SORU 33: Hacı Bektaş Veli Anadolu’ya Ne Zaman Geldi?
CEVAP: HacıBektaş Veli Anadolu’ya Babai İsyanı sonrası gelmiştir. Tarih olarak ise tahminen 1240 yılları oluyor. Babai isyanı, Selçuklu İmparatorluğu’nun haksızlıklarına karşı halkın bitip tükenmeyen tepkisidir.Hacı Bektaş Veli’nin Hakka yürüme yani vefat tarihi ise; 1270-71 yıllarıdır.
Bazı kaynaklar ise; HacıBektaş Veli’nin Babai isyanı öncesi Anadolu’ya AhmetYesevi’nin elçisi, dervişi olarak geldiği hatta kardeşiMenteş’i bu olayda kaybettiğini yazar.
HacıBektaş VeliAnadolu’da, Sulucakarahöyük denilen bugünkü HacıBektaş beldesine gelir. Orada dergahının kapısını tüm dünya insanlığına açar. Bu olaylar ve HacıBektaş Veli’nin hayat hikayesi; Vilayetname adlı kitapta ve HacıBektaş VeliMenakıbramesi’nde detayları ile yazılıdır.
HacıBektaş Veli, AhmetYesevi’den aldığı feyzle HacıBektaş Dergahı’nda yaptıkları ile yaşadıkları ile ve eğitip kurallaştırdığı düşünce ve inanç dünyası ile Anadolu Alevileri’nin serçeşmesi olmuştur. O’nun sıcak, sevgi dolu dünyası ölümsüzleşmiş, ilkeleri insanlık için ışık olmuştur. Dün olduğu gibi bugünde sımsıcak insanlığın canlı dünyasında yaşamaktadır. O, Anadolu ve Dünya Alevileri’nin en büyük pirlerinden biri olmuştur.

SORU 35: HacıBektaş Veli Nasıl İbadet Yapıyordu?
CEVAP: HacıBektaş Veli, 1200’lü yıllarda yaşamış 1271 de ise Hakk’a yürümüştür. HacıBektaş Veli’den bize kalan en büyük miras HacıBektaş VeliDergahı’dır. HacıBektaş Veli’nin nasıl ibadet yaptığı dergah ziyaret edildiğinde görülecektir. Dergahta giriş avlusundan sonraki ikinci avluda aşevi ve meydanevi yani cemevi bulunmaktadır. Meydanevinde cem yapılır. Zaten dergah meydanevi gezildiğinde 12 post sahibi aşevindeki karakazanlar, cemde çalınan bağlama ve diğer müzik aletleri ile teslim taşı gibi aksesuvarlar bir kimliği anlatmaya çalışmaktadır.
Bütün bunlardan yapılacak çıkarsama; HacıBektaş Veli Dergahı’ndacem yapıldığı, cemlerde bağlama, ney, keman gibi müzik aletlerinin nefesleri seslendirirken kullanıldığı ve aşevinde de kurbanların pişirilip ceme katılan cemlere pay edildiğidir.
Yani bugünkü Alevilerin yaptığı ibadet olan cemin HacıBektaş VeliDergahı’nın biricik ibadet biçimi olduğu görülecektir.

SORU 36: HacıBektaş Dergahı Avlusundaki Camiye HacıBektaş Veli Gidip Namaz Kılmaz mıydı?
CEVAP: Alevi inanç geleneğinde camide ibadet yapılmaz.Beş vakit namaz kılınmaz. Bu geleneğin Hz. Muhammed, Hz. Ali, AhmetYesevi ve HacıBektaş Veli’de de böyle olduğuna inanılır.
Bu nedenle Alevi dergahlarında cami bulunmaz. Cemevi bulunur. HacıBektaş VeliDergahı’ndaki cami ise, HacıBektaşi Veli’nin sağlığında yoktu. O caminin yapım tarihi 1832 dir. Cami, Osmanlı Padişahı 2. Mahmut’un Yeniçeri Ocağı’nı kaldırmasının ardından HacıBektaş VeliDergahı Dede veBabaları sürgün edilerek orayı sünnileştirmek için atanan NakşibendiŞeyhi’nin ve çevresinin ibadetlerini yapmak için inşa edilmiştir.
Bugün de dergaha gelen misafirler namaz kılmaktadır.Aleviler camiye giden Sünni inançlı kardeşlerinin inancına, ibadetine saygı duymaktadır. Ama kendileri ibadetlerini cemevinde yapmaktadırlar.
HacıBektaş Veli’nin kıldığı namazda cemevinde cem ibadeti sırasında tüm katılan canlarla birlikte kılınan halka namazıdır.

SORU 37: Anadolu’da HacıBektaş Veli Dergahı’ndan Başka Hangi Dergahlar Var?
CEVAP: Anadolu’da ilk yapılan AleviDergahları’ndan biri 900 yıllarında yapılan Eskişehir/Seyitgazi’dekiSeyidi Battal GaziDergahı’dır. Bundan başka; Antalya’da Abdal Musa Dergahı, Tokat’ta; Hubyar veKeçeci Baba Dergahı, İzmir yöresinde; HamzaBaba, Yatağan Baba Dergahları, Balkanlarda; DemirBaba, Kızıldeli, SarıSaltuk Dergahı gibi dergahlar var.
Anadolu’da yapılan tesbitlere ve yapılan sayımlara göre; en eskisi 900 yıllarında yapılıp 1800 yıllarına dek yaklaşık 600 adet civarında dergah cemevi yapılmış. Bunların içinde 900 yıllık olan da var, Onar Köyü Cemevi gibi 600 yıllık olanda var, 150 yıllık olan da var.Bu sayılar nerede ise o tarihlerdeAnadolu ve Balkanlarda inşa edilmiş cami sayısından bile fazla olabilir.
Cemevi geleneği bazılarının sandığı gibi son 20 yılda kentleşme ile ortaya çıkan bir olgu değil. Anadolu veBalkanlarda yaklaşık 900 yıllık bir tarihi var.Buna, OrtaAsya’daki başta; AhmetYesevi ve AslanBaba’nın gökkubbeli dergahlarıda ilave edilirse tarih daha da eskilere gider.

SORU 38: Osmanlı Döneminde; Osmanlı-Alevi İlişkilerini Kısaca Anlatır mısınız?
CEVAP: Osmanlı, tarihçilerin belirttiğine göre; 1299 da kurulmuştur. HacıBektaş Veli bu sıradaHakk’a yürümüştür. Osmanlı’nın kurucuları; Ertuğrul Bey, SavcıBey, Otman Bey, Şeyh Edeb Ali, Dursun Fakih gibi kişiliklerdir.
Osmanlı’nın manevi mimarları; Şeyh Edeb Ali ve daha sonra Osmanlı’da kadılık sisteminin kurusucusu olanDursun Fakih’tir. Bu iki kişilikte inanç olarak bugün Alevi, Bektaşi meşrep denecek inanç yapısında idiler. Osmanlı mantalitesine baştan bu anlayış hakimdi. Osmanlı, kuruluşta Alevi-Bektaşi meşrepli bir Türkmen topluluktu. Osmanlı coğrafi ve idari olarak büyüdükçe bu kuruluş mayasından uzaklaştı.Türkmen’in ağırlığı yerine tarihçilerin; “dönme devşirme” dediği toplumsal yapıya bıraktı.
Fatih Sultan Mehmet dönemine dek Türkmen’in yönetim erkinde ağırlığı söz konusu idi. Fatih ve İstanbul’un alınmasıTürkmen’in yerine Türkmen dışındaki toplumsal yapılardan gelen kesimlerdeki yönetici kesimi görülmeye başlandı.
Osmanlı’nın Türkmenler ile arasına mesafe koyması Alevilik ile de arasına mesafe koyması sonucunu getirdi. Baştan adetaAlevi meşrepli olan Osmanlı, süreç içinde giderek Alevi karşıtlığına bile dönüştü. Bu konuda Osmanlı’da bitip tükenmeyen Celali karşıtlığının sebebi budur.
Osmanlı Aleviilişkilerinde Celali Ayaklanmaları dışında iki büyük toplumsal kırılma yaşanmıştır. Bunlardan birisi; Yavuz Sultan Selim, İsmail çatışması ile başlayan Çaldıran’da Safevilerin yenilgisi ile sonuçlanan yenilgidir.Bu yenilgi iki Türk devletinin savaşıdır. Faturayı Türkmenler ödemiştir. Resmi kayıtlara göre; Çaldıran Savaşı öncesiYavuz Sultan Selim Anadolu’da Şah İsmail’in olası potansiyel desteğini bertaraf etmek için 40 bin AleviTürkmeni Kuyucu MuratPaşa marifeti ile katledip kuyulara doldurmuştur.
Tarihçiler, bu olaylarda katledilen Türkmensayısının 100 bini aştığını yazar. Bu olaydan bugüne 500 yıl geçmesine karşın bu olay Türkmen Alevilerde tanımı olanaksız tahrip yaratmıştır.
İkinci kırılma ise; 2. Mahmut Dönemi’nde Osmanlı yönetiminin Yeniçeri Ocağı’nı kaldırmak için yaptığı katliamdır. Bu olayda da yaklaşık 10 bini aşkın yeniçeri ve Alevi Bektaşi insan katledilmiştir.Yüzlerce AleviBektaşi dergahı içlerindeki eşyalarla ve binalar ile tahrip edilmiştir. Bu olay nedeni ile 1876’dan bugüne Bektaşi dergahları hala belini düzeltememiştir.

SORU 39: Yeniçeriler Kimdir? Ne Zaman Kurulmuştur?
CEVAP: Yeniçeriler, Osmanlı’nın kuruluş döneminde bazı tarihçilere göre, 1299’dan önce bazı tarihçilere göre ise; 1363 yılındaPadişah Orhan Gazi döneminde kurulmuştur.
Yeniçeriler padişahın yakın koruma görevini yapan özel bir birliktir.

SORU 40: Yeniçeri Ocağı Neden ve Nasıl Kaldırıldı?
CEVAP: Osmanlı Devleti ilk kurulduğu yıllarda koyu Sünni bir İmparatorluk değildi. İmparatorluğun ilk yıllarında azınlıklara ve başka dinden olanlara daha büyük bir hoşgörü ile bakıldığı kaynaklardan anlaşılmaktadır.
Hatta ilk üç padişahın; Osman Gazi, Orhan Gazi ve 1. Murat’ın, Ahi-Bektaşi inançlı olduklarını bazı kaynaklar yazar. Orhan Gazi’nin Yeniçeri Ocağı’nı 1363 yılında Bektaşi tekkesinin duasını aldıktan sonra gerçekleştirdiği bilinir.
Bu olay şöyle gelişmiştir:
Bektaşilikle yakından ilgilenen sempati duyan bir padişah olan Orhan Gazi devşirme çocuklardan (Hıristiyan v.s.) kurulu orduya kutsal bir özellik vermek için, bunlardan bir grubu alarak Hacı Bektaş Veli türbesinin bulunduğu Sulucakaracahöyük’e gider Dergahı ziyaret eden Orhan Gazi, orada bulunan Pir’e, “Pir hazretleri, yeni kurduğum ocak için sizden hayır duası almaya geldim” diyerek, Hıristiyan çocuklarını gösterir Hacı Bektaş’taki Pir, elini çocuklardan birinin başına ko*****:
“Bunların adı yeniçeri (yeni asker) olsun. Cenabı Hak yüreklerini ak, pazularını kuvvetli, kılıçlarını keskin, oklarını tehlikeli, kendilerini daima galip buyursun” diye dua eder.
Böylece, Yeniçeri Ocağı’nın isim babası Bektaşi piri olur. Yeniçeriler pirleri olarak Hacı Bektaş Veli’yi tanırlar. Yeniçeriler kendilerine Bektaşiyan, ağalarına da “Ağai Bektaşiyan” adını verirler.
Daha sonra Hacı Bektaş Pir evinden kutsal bir kazan alınır, Yeniçeri Ocağı’na götürülür. Bu kazan sonraki yıllarda, yeniçerilerin çeşitli haksızlıklara tepki olarak “kaldırdıkları” kazandır.
Yeniçeri duası ise şöyledir.
“Allah Allah, illallah, baş üryan, sine püryan... Kulluğumuz padişaha ayan; üçler, beşler, yediler, kırklar, gül-bang-ı Muhammed, nur-u Nebi, Kerem-i Ali pirimiz, Sultanımız Hünkar Hacı Bektaş Veli demine devranına Hü diyelim, Hüüüü...”
Bektaşilerin taktığı Bektaşi Tacı on iki dilimli beyaz bir külahtır. On iki dilim, On İki İmam’ı temsil eder. Bektaşi babalarının taçları, yeşil renkli bir sarıkla sarılır. Taçta ayrıca Taylaşan adı verilen bir şerit bulunur.
Bazı kaynaklarda Yeniçeri Ocağı’nı bizzat Hacı Bektaş Veli’nin kurduğu belirtilirse de bu doğru değildir. Çünkü Hacı Bektaş Veli 1270-71 yıllarında dünyamızdan göçmüştür. Yeniçeri Ocağı ise, 1363’te yani Hacı Bektaş Veli’nin Hak’ka yürümesinden yaklaşık 90 yıl sonra kurulmuştur.
Orhan Gazi’den sonra, I. Murat da Bektaşiliğe ve Yeniçeri Ocağı’na hoşgörü ile yaklaşmıştır. Hacı Bektaş Veli Türbesi’ni ilk olarak 1. Murat inşa etmiştir. 2. Beyazıt ise daha sonra türbeyi onarmıştır.
Osmanlı yönetimi, Yavuz Sultan Selim dönemine kadar Yeniçeri Ocağı’yla Anadolu Alevilerine ve Bektaşilerine hoşgörü ile baktı. Osmanlı sarayının katı bir Sünniliğe yönelmesi, tutuculaşması, Alevi ve Bektaşi düşmanı kesilmesi Yavuz Sultan Selim dönemine rastlar.
Bu olayda Anadolu’da hızla güçlenen Şii Safevi devletinin de rolü vardır. Şii Safevi devleti bir dönem boyunca Anadolu’da Osmanlı için büyük tehlike olmuştur. Osmanlı bu tehlikeye karşı Sünni İslam’a sıkı sıkıya sarılır, bu akımı kendisi için kurtuluş sayar. Yavuz, bu uğurda bazı göz boyama eylemlerine de girişir. Örneğin, Yeniçeri Ocağı’nı Safevi tehlikesine karşı güya korumak için kendisini de Yeniçerilere Bektaşi gibi gösterir. Kulağını deldirerek Balım Sultan küpesi (Mengüç) takar.
SORU 41: Ahilik Nedir?
CEVAP: Ahilik, Karahanlılar devleti zamanından beri Türk esnaf ve işçilerini içine alan tasavvufi bir tarikattır. Ahiliği Avrupa lonca sisteminin Türkler’deki karşılığı olarak da gösterebiliriz. Ahilik kadar iş terbiyesinde rol oynayan başka bir tarikat yoktur. Ahiler, ekonomik gelişmede disiplinli ve planlı çalışmayı temel almışlardır.
Anadolu Ahilerinin piri Ahi Evren Veli’dir. Kendisi Horasan erenlerindendir. Bu ulu kişi Türk sanat kesiminin piridir.
Kırşehir’de bulunan ve 1278 tarihini taşıyan bir vakıf belgesine göre, Ahi Evren XIII. yüzyılın ilk yarısında doğmuş ve XIV. yüzyılın başlarında da ölmüştür. Evren kelimesi ejderha (yılan) anlamına gelir. Yılan Türklerde edebi hayatın sembolü olarak kabul edilir.
Ahi Anayasasında, “Tanrı’ya ulaşmak, insanın tamamen kemale ermesi ile mümkündür” diye yazılıdır.
Adam öldürenler, kasaplar, hırsızlar, zina edenler Ahiliğe kabul edilmez.
Hacı Bektaş Veli’nin Anadolu’ya geldiği yıllar Ahiler oldukça yaygındır. Zaten Ahilik, Bektaşiliğe yakın bir tasavvuf tarikatıdır.
Osmanlı Sultanlarından Osman Gazi, Orhan Gazi ve 1. Murat’ın Ahi-Bektaşi eğilimli olduğunu belirtmiştim.

SORU 43: Anadolu Aleviliği Nasıl Oluşmuştur?
CEVAP: Anadolu Aleviliğini anlamak için, Hacı Bektaş Veli’yi tanımak gerekir. Çünkü, Anadolu Aleviliği ve Bektaşiliği ile Hacı Bektaş Veli adı, eş anlamlıdır. Biri bilinmeden diğeri bilinemez.
Anadolu’da halk arasında, Bektaş Veli’nin hayatı ile ilgili sayısız rivayet vardır. Bu nedenle Hacı Bektaş Veli’nin hayatı ile ilgili bilgilerin esasını masalımsı, mitolojik bilgiler oluşturur.
Yani, Hacı Bektaş Veli’nin gerçek hayatı yanında, bir de mitolojik hayatı vardır.
Mitolojik hayatında, masal unsuru hakimdir. Kahramanımızın bir bağırması ile yüzlerce kişi ölebilir, yok olabilir. Erenler, denize halısını veya postunu serer üstüne oturur, karşıya geçer.
Sırası gelince şahin olur, güvercin olur uçar. Gerekirse silkinir, insan olur. Bir anda birçok yerde olabilir. Sabah ibadetini Kabe’de kılar, öğle ibadetinde evine döner. Ateşte, kaynar suda yanmaz. Taşa basar, taşta ayak izleri çıkar. Taşı isterse un gibi ezer, dağı saman çöpü gibi nefesiyle uçurur. Taşlar, kerametine tanıklık eder. Hayvanlar keremi ile dile gelir, kayalar yürür. Yırtıcı hayvanlar onun bakışıyla ya yok olur ya da taş kesilir.
İradesi tabiat kanunlarının üstündedir. Dileyip de gerçekleştiremediği şey yoktur. Zaman içinde zaman, mekan içinde mekan yaratır. Onun için yok yoktur; doğuşu bile bir kerametin sonucudur. Ölüm ise onun için uyumak anlamına gelir.
Velayetname, Hacı Bektaş Veli’yi işte böyle tanıtıyor.
Her masalda halkın yorumu vardır. Dileği, düşüncesi, anlayışı, anlatışı ve masalın dayandığı bir gerçek payı vardır. Bu yüzden bazen gerçek masallaşır ve dile gelir.
Bu özellik, bütün dinlerde ortak paydayı oluşturur. Hıristiyan aziz de ejderha öldürür, Müslüman aziz de, Budist aziz de... Hıristiyan aziz de şu veya bu hayvanın donuna girer, Müslüman aziz de, Budist azizi de... Hepsi denizi geçer, havada uçar v.s.
Bu olağanüstü olaylar dinden ya da mezhepten değil, çok tanrılı dinler dönemindeki düşünceden kaynaklanır. Bunlar, refah ve huzur dileğidir. Erişilmeze erişmeyi isteme duygusudur.
Bu özellikler hangi ulus ve dinde olursa olsun ortak özlemlerdir. Geçmişte ortak şeyler yaşanmıştır. Aynı inanç ve aynı özlemler paylaşılmıştır. Bu durum, şu ya da bu oranda bugüne de yansımıştır.
Hacı Bektaş Veli’nin Anadolu’ya gelişi, Anadolu Selçuklu Devleti’nin son yıllarına rastlıyor.
Hacı Bektaş Veli’yi Anadolu’ya büyük Türk tasavvufçusu Pir Ahmet Yesevi’nin halifelerinden Lokman Parande’nin gönderdiği rivayet edilir. Lokman Parende aynı zamanda Hacı Bektaş Veli’ye, babası İbrahim Al Sani (Seyyid Muhammed) tarafından Hoca olarak tutulmuştur. Lokman Parende öğrencisini Yesevilik tekkelerinde uygun örf ve ananeye göre yetiştirmişti.
İslamiyet’in Türkler arasında yayılmasından sonra, Yesevilik Türkler arasında gelişen ve büyük taraflar toplayan ilk Müslüman Türk tarikatı olmuştur.
Yesevilik, Türkistan, Anadolu ve Rumeli’nde bulunan Türk tarikatlarına tasavvuf anlayışını soktu.
Hacı Bektaş Veli’nin Anadolu’ya gelişinden önce Baba İshak önderliğinde Anadolu Selçuklu Devleti’ne karşı büyük bir başkaldırı olmuş, Alaaddin Keykubat ayaklanmayı ancak paralı Fransız askerlerinin yardımıyla ve çok kanlı bir biçimde bastırmıştı.
Bu sırada, bir başka tasavvuf piri, Ahi Evren Veli de Kırşehir’de yaşıyordu. Bütün Anadolu işçi ve esnafı onun buyruğundaydı. Ahilik ve Babailik temelde birbirine yakın düşünce akımlarıdır.
Hacı Bektaş Veli Kırşehir’e yerleşmeden önce Horasan ve Erdebil’de tekke eğitimi almış, bunun dışında Ortadoğu’yu hayli gezmiş, incelemişti. Bazı kaynaklar Mekke ve Medine’ye gittiğini de yazar.
Bektaş Veli, İran Batınilerini, Arabistan’daki İsmailileri, Horasan’da Yeseviliği, Mezopotamya’yı Selçuklu Sultanındaki Acem etkisini, Karamanlılardaki Türklük fikrini, Ahi ve Babai inançlarını da yakından tanımıştı.
Hacı Bektaş Veli’nin Anadolu’ya geldiği yıllarda Anadolu çok karışıktı. Anadolu Selçuklu Devleti, halka yabancılaşmıştı. Acem ve Arap etkisindeki Türklere insan muamelesi bile yapılmıyordu. İktidar ve din kavgalarının alıp yürüdüğü Anadolu’da halk Selçuklu yönetiminden çok hoşnutsuzdu. Zaten Babai İsyanı da bu yüzden çıkmıştı. İsyanın önderi İshak, Selçuklu ordusunu bir kaç kez yendikten sonra, Fransız paralı askerlerin yardımı ile ele geçirilmiş, asılmış ve isyan da böylece bastırılmıştı (1240).
Hacı Bektaş Veli, Anadolu’da uzun süre gezdikten sonra, Kırşehir civarındaki, Sulucakaracahöyük’e (bugünkü Hacıbektaş Kasabası) yerleşti. Orada tekkesini kurdu ve inançlarını yaymaya başladı.

SORU 44: Mezhep ve Tarikat Olgusu Nedir? Caferilik Hakkında Bize Kısa Bilgi Verir misiniz?
CEVAP: Kur’an-ı Kerim’de mezhep veya tarikat diye bir kavram yoktur. Hz. Muhammed veya Hz. Ali’nin de herhangi bir mezhepten olduğu söylenemez.
Mezhepler, Dört Halife döneminden sonra Kur’an-ı Kerim’in farklı yorumlarından ortaya çıkmıştır.
Bu sadece İslam dini için değil, diğer dinler için de geçerlidir. Dinler tarihi incelendiğinde görülecektir ki, her dine başlangıcında olmayan yeni ögeler girer. Dine sonradan karışan bu ögeler zamanla kesinlik kazanır ve dinin esasları arasında sayılır. Bu yeni ögelerle ortaya çıkan biçim, sonraları dinin başlangıçtaki gerçek biçimi olarak kabul edilir.
Halbuki, bu yeni öğelerin dine dahil edilip edilmemesi için birçok mücadeleler verilmiştir. Hatta güçlü olan kendi isteklerini zorla kabul ettirmiştir.
İşte İslam dininin başına gelen de budur. Kur’an-ı Kerim’in ve Peygamber hadislerinin, daha sonra başa geçen halifeler tarafından farklı yorumu, farklı dinsel anlayışları ortaya çıkarmıştır. Bunların giderek kurumsallaşması da mezhepleri, tarikatları doğurmuştur.
İslamda Emevi ve Abbasi dönemleri İslamiyet’in farklı bir uygulamasıdır. Bunlara sürekli olarak karşı çıkan Ehlibeyt ise İslamiyeti başlangıçtaki biçimiyle uygulamaya çalışmıştır.
İslam dininde Kur’an’ın ve hadislerin yazıya daha sonra geçirilmiş olması, bu farklı yorumlar için gerekli ön şartları yaratmıştı.
Gölpınarlı’ya göre, Kur’an; Hz. Peygamber’in ölümünden sonra Hz. Ali tarafından toplanıp yazılmıştır. Tertibi ise, bizzat Hz. Muhammed tarafından yapılmıştır.
Ayrıca, 1. Halife Ebubekir zamanında da, sahabeden bir heyet Kur’an-ı Kerim’i yazıya geçirmiştir.
Bu Kur’an’ın daha sonra yaktırıldığına ilişkin iddialar da vardır. Hz. Muhammed’in çeşitli konularda İslami hayatı anlatan görüşleri olan hadisler de Hz. Muhammed’in ölümünden sonra yazılı hale getirilmiştir.
Kur’an gibi hadislerin doğruluğu yanlışlığı sorunu da İslam tarihinde hayli tartışma konusu olmuştur. Mesela Ebubekir, hadislerin yazıya geçirilmesini şiddetle yasaklamış, topladığı beş yüz hadisi daha sonra yaktırmıştır. (Keuz’ül Ummal; s. 237)
İkinci halife, kimde hadis varsa yok etmesini bütün şehirlere yazılı olarak bildirmiştir (aynı eser, aynı sayfa). Muhammed Ebi-Bekir, Ömer’in yazılı hadisleri getirtip yaktırdığını yazar (Tabakaat; s. 1904). Bu uygulama, Emevilerden Abdülaziz oğlu Ömer dönemine kadar sürer (aynı eser).
Emeviler zamanında Hz. Ali ve Ehlibeyt aleyhinde güdülen siyaset bir dizi yalan hadisin ortaya çıkmasına sebep olmuş, böyle olunca da ortaya çeşitli mezhepler çıkmıştır. Mezheplerle birlikte görülmeye başlayan görüş ayrılıkları ise, temel ilkelerden çok, pratik meselelerle ilgili olmuştur.
Bu mezheplerden dördü büyük mezhep sayılır. Hanefi, Hanbeli, Maliki ve Şafii. Adlarını kurucularından alan bu mezhep yanlılarına göre dördü dışındaki mezhepler İslamiyet içinde sayılamaz.
Bunlarda görülen farklılıklar, ibadet biçimleri ile fıkıh (huku anlayışında ortaya çıkar. Peygamber sağlığında duruma göre temel inancı sarsmayan davranışlarda, yorumlarda bulunur, yol gösterirdi. Ölümünden sonra bu davranışların kurallaşması yoluna gidildi. Peygamberin söylediğini söylemek, yaptığını yapmak konusundaki farklılıklar onları birer mezhep durumuna soktu.
Tabi bu farklı yorumlar, farklı toplumsal yapı ile de birleşince apayrı şeyleri ortaya çıkarabildi. Mesela, Ebu Hanife, Kabil’li, Ahmet Bin Hanbel, Bağdatlı, Malik Bin Enes, Medine’li, İmam Şafii ise Gazze’lidir.
Caferi mezhebinin meşru olup olmadığı ve mezhebin usulüne göre ibadet yapmanın İslam dinine uygun olup olmadığına ait tartışmalar günümüzde bile varlığını sürdürüyor. Ülkemizde; egemen düşünce ise; Hz. Muhammed-Hz. Ali soyundan gelen İmamlar’ın sürdürdüğü ve İmam Cafer-i Sadık’ın kurduğu kabul edilen bu mezhebin taraftarlarınca yaptığı ibadetin hala meşru sayılmadığıdır.
Şimdi bu konudaki bir soruya, Mısır, Cami-ül Ezher Şeyhi Mahmut Şattut’un verdiği cevaba bakalım:
“1-İslamda mezheplerin birine ittiba vacip değildir; muayyen bir mezhebe uymak hususunda hiçbir kayıt yoktur. Gerçek Müslüman, sahih nakillerle rivayet edilen, hususi kitaplarından hükümleri tedvin edilmiş olan mezheplerden herhangi birini taklid edebilir. Aynı zamanda bu mezheplerden birine uymuş olan, diğer birini taklid edebilir; bu hususta hiçbir beis yoktur.
2-Şia-i İmamiyye-i İsna-Aşeriyye diye tanınan Caferi Mezhebine gelince: Bu mezhebin hükümleri ile ibadet, diğer ehli-sünnet mezheplerinde olduğu gibi caizdir. Müslümanlara bunu bilmeleri, muayyen mezhepler hakkında bigayr-i hakkın taassuptan kurtulmaları icabeder. Allah’ın dini ve şeriati bir mezhebe ittibabi icabettirmediği gibi bir mezhebe de muhtas olamaz. Bütün müctehidler, Allahü Taala katında makbuldür. Nazar ve içtihat ehli olmayan kişiye onları taklid caizdir; fıkıhlarında takarrur eden hükümlere uymakta caizdir. Bu hususta ibadetlerde ve muamelatta hiçbir fark yoktur.”
Dört mezhebin dışındaki mezhepler, hakim olan İslami anlayışa göre kabul edilmez. Hatta bu dört mezhep dışındakiler “hak” mezhebi olarak kabul edilmez. Onlara kötü davranılır. Bir çok dini savaş bu sebepten çıkmıştır. Meselaşinci mezhep olarak kendini tanıtan Hz. Ali soyundan gelenlerden İmam Cafer’in kurduğu kabul edilen Caferi Mezhebi diğer mezhep mensuplarınca mezhep olarak kabul edilmez. Ve gavur, yani, gayr-i müslim muamelesine tabi tutulur. Caferi Mezhebi içine ise; İslam içindeki Şii ve Alevi diye nitelenen Müslümanlar girer. Bu dört mezhebin dışında; Selefiye, Marüdiye ve Eş’ariye adında üç mezhep daha vardır. Fakat İslam ülkelerinde en yaygın olan bu beş mezheptir.
Bugün, bir kutsal kitaptan (Kur’an) kaynaklanmış olmasına rağmen tarihçiler ve din bilimcileri toplam; 7 İslam mezhebi olduğunu, bunların içinde de 400 tarikatın varlığını söz konusu ediyorlar. Bu 400 tarikatın; 300’ü Sünni, 100’ü de Sünni olmayan diğer tarikatlerden oluşuyor.

SORU 46: AnadoluAleviliği’ninKaynaklarıNelerdir?
CEVAP: Anadolu Aleviliği’nin üç kaynağından söz edilebilir: Birincisi, İslamiyet içindeki hilafet meselesinde ortaya çıkan olaylardır. Hz. Ali’nin, Hz. Muhammed’in ölümünden sonra, halefi olduğu halde halife seçilmemesi, İslamiyeti daha sonra benimsemiş Türkler arasında da derin izler bırakmıştır. Buradaki haksızlık çok açık. Hz. Ali, Hz. Peygamber’in en yakını ve kendisi ile birlikte Müslüman olan Hz. Hatice’den sonra Müslüman olan kişi. Hz. Peygamber sağlığında çeşitli hadislerinde ve çeşitli toplantılarda hatta Veda Haccı’nda, halifesi olarak Hz. Ali’yi düşündüğünü açıkça ortaya koymuştur.
Buna rağmen Hz. Peygamber’in cenazesi kaldırılmadan, Ebubekir, Osman ve Ömer hilafet meselesini bir oldu bittiye getirerek çözüyorlar.
Ama aslında çözemiyorlar. Bu sorunun tam 1300 yıldır bir ihtilaf kaynağı olarak sürmesinden de bellidir.
Çünkü, halife olmak dini açıdan çok, elde edilen toplumsal güç açısından önemlidir. Bu çerçevede gündeme gelen aslında iktidar meselesidir ve Hz. Ali’nin temsil ettiği kesim ilk raundda iktidarı kaybeder.
İslamiyet, böylece birçok dinde olduğu gibi daha baştan amacından farklı bir uygulama içine sokulur.
Hz. Muhammed’in yerine kimin geçeceği sorunu daha serinkanlı, katılımcı bir tarzda çözülebilecekken, işin içine hırs girer ve iş çığrından çıkar; ideal İslami amaçlar yerini saray entrikalarına bırakır.
Yanlış atılan bu adım, yapılan bu ilk haksız uygulama suya atılan ilk taşın yol açtığı dalgalar gibi İslamiyet’in yayılması ile birlikte yayılır. Bu dalgalar Anadolu toprağına da ulaşır. Anadolu’da yaşayan Türkler İslamiyet ile Emeviler döneminde tanışırlar. Türkmenler Emeviler’in Arap ırkçılığını ve İslam şövenizmini temel alan yaklaşımından rahatsız olurlar. Çünkü Emeviler, Araplar dışında Müslüman olan toplumlara hor gözle bakarlar. Asıl Müslümanın kendileri olduğunu kabul ederler. Kendilerinin 1. sınıf Müslüman diğer halkların 2. sınıf Müslüman, “Mevali Müslüman” Arap olmayan Müslüman olduklarını söylerler.
Türkler İslamlığı 9.10. yüzyılda kabul ederler. Anadolu’ya ise, XI. yüzyıldan itibaren çeşitli göçlerle geldikleri bilinir. 1071’de ise, Alpaslan komutasındaki Türk ordusu ile Romen Diogen komutasındaki Bizans ordusu savaşır ve Türkler “Malazgirt Zaferi” olarak nitelenen savaş ile Doğu Anadolu’ya girerler.
Tabii ki, Türklerden önce Anadolu boş değildi. Anadolu 10 bin yıllık bir tarihe sahiptir. 1071 Anadolu Medeniyetleri tarihinde, yakın bir tarih sayılır. Türkler Anadolu’nun son konuklarıdır. Onlardan önce 10.000 yıllık Anadolu medeniyetleri inkar edilemez. Çünkü bu tarih de Anadolu insanlarının tarihidir. Tıpkı Orta Asya gibi.
İşte bu göçler ve başka kanallarla Anadolu’ya giren İslamiyet, kendisiyle birlikte, Hz. Ali’ye yapılan ve yukarıda sözünü ettiğimiz ilk haksızlığı da beraberinde getirir. Bu haksızlık, dediğimiz gibi Anadolu Aleviliğinin oluşmasındaki üç kaynaktan biridir. Şimdi diğer kaynaklara geçebiliriz.
Anadolu Aleviliğinin oluşumundaki ikinci etken, bence, Türkistan ve İran gibi doğu din ve kültürlerinden gelen etkidir. Çünkü, göç yolları ile ve diğer yollarla Anadolu’ya gelen Türkmenler ya İslam olmuşlardı ya da İslamiyetten önceki çok tanrılı doğu dinlerinin etkisi altında idiler:Şamanizm, Zerdüşt, Taoizm, Budha, Maniheizm, Hıristiyanlık öncesi çok tanrılı doğu dinleri.
Doğudan, Türkistan’dan gelen Türkmenler’in kendi kültür miraslarını vs. birlikte getirmemeleri mümkün değildir. Bu izleri bugün bile görüyoruz. Bizdeki tasavvuf inancı ile Budha inancı arasında benzerlik olduğu kuşkusuzdur. Maniheizm ile Alevilik arasındaki inanç benzerlikleri de hemen görülür. Şaman dininden gelen Güneş’e, Ay’a, yüksek tepelere, suya, ateşe tapınma vs. bugün Anadolu’da Sünni ve Alevi halk arasında hala yaşıyor.
Türklerin Orta Asya ve Maveraünnehir’de İslamiyeti tanımalarından sonra büyük Türk mutasavvıfı Pir Ahmet Yesevi tasavvuf inancı yanında İslamiyeti de kabul eder. Ama tarikatını, tekkesini kapatmaz.
Arap İslam’ında; Tanrı’dan başka bir varlığa tapınmak yasaktır. Bu, puta tapmaya girer. Ama Türkmenlerde yüksek tepelere, sulara, ulu ağaçlara, yatırlara kurban kesilir, ip bağlanır, lokma yapılır, ateş yakılır. Ateş yakılan ocaklar kutsal sayılır. Suyu kirletmek günah sayılır vs.
Yani, Türkler İslamiyeti kabul ederler ama, daha önceki kültür miraslarını, inançlarını terk etmezler. İslamiyeti benimseseler de eski inançlarından vazgeçmezler.
İşte Anadolu’ya gelen Türkmenler’in ve diğer halkların getirdikleri inanç sistemleri ve kültürleri de, kanımca Anadolu Aleviliğinin ikinci kaynağını oluşturmaktadır.
Üçüncü kaynak da, Eski Anadolu din, inanç ve kültür mirasıdır. Üzerinde yaşadığımız toprakların 10.000 yıllık tarihi, Anadolu medeniyetleri tarihidir.
Anadolu’da 1200 yıllarında oluşan ve Anadolu dışında birçok kültürün ve dinin izlerini taşıyan Anadolu Aleviliği’nin, 10.000 yıllık Anadolu medeniyetleri tarihinden bir şey almadığını söylemek mümkün değildir.
Nitekim, bugün Anadolu Aleviliği’nde gördüğümüz birçok inancın izlerini çok tanrılı Anadolu dinlerinde, hatta Hıristiyanlıkta görüyoruz.
Bektaşiliğin kurucusu sayılan, Hacı Bektaş Veli ve Kadıncık Ana arasındaki ilişki, İsa-Tanrı ve Meryem Ana arasındaki ilişkiyi anımsatmıyor mu?
Cem ayinlerinde kutsal sayılan ve “dem” kabul edilen şarabın Hıristiyanlar’da da kutsal sayılıp kilisedeki ayin sonunda ekmeğin ona batırılıp yenmesi ve Noel’de Hz. İsa ruhuna şarap içilmesi arasında bir ilişki kurulamaz mı?
Gene; Hz. İsa ve 12 havarisi, Hz. Ali ve 12 İmamlar olayı rastgele bir benzerlik midir acaba?Üstelik bunlara benzer daha yüzlerce örnek verilebilir.
Örneğin, şarabın (demin) Orta Anadolu’da kurulmuş Frigya, Lidya medeniyetlerinde olduğu gibi, aynı bölgede gelişen Bektaşilik’te de kutsal olmasına ne demeli?
Bunlardan Anadolu Alevileri’nin büyük çoğunluğunun, Müslümanlığı sonradan benimsemiş Anadolu halkları olduğu sonucu çıkmaz mı? Bunların Müslümanlığa ve Bektaşiliğe eski inançlarını da taşımaları çok doğaldır. Aleviliği Anadolulaştıran en büyük etmen de budur.
Doğan Avcıoğlu bu gelişmeyi şöyle izah ediyor:
“Hacı Bektaş ve halifeleri, İslami çerçevede, Anadolu Hıristiyanlarının inançlarıyla, Orta Asya geleneklerini bağdaştırarak, Ortodoks İslama uzak düşen göçebeleri ve köylüleri saflarına toplarlar.”
Alevilik Olayı’na salt dinsel bir bölünme gözü ile bakmamak gerekir. O bir yanı ile dinsel olmaktan çok toplumsaldır. Ama salt toplumsal siyasal bir akım olarak ele almak da yeterli değildir. Çünkü güçlü bir dinsel yanı da vardır.
İslamiyet içinde hilafet meselesindeki haksızlığa ilk karşı koyanlar Araplar oldu. Bu karşı koyuş İslamiyet’le birlikte yayıldı. İran’a gitti, Şiilik oluştu. Pakistan’da bu kaynaktan beslenen İsmailiye Mezhebi hâlâ yaşıyor. Afganistan’da Şii veya İsmailiye Mezhebi hayli yaygındır. İslamiyet içindeki bu akım Mısır’da Fatımi devletini doğurdu. Ve hala da günümüzde gerek İran’da Humeyni önderliğinde, gerekse Ortadoğu ve Arap ülkelerinde yaşıyor. Ama bunların hiçbiri Anadolu Aleviliği ile aynı şeyi ifade etmez. Anadolu Aleviliği’nin adı geçen bu Şia akımlarla Hz. Ali ve Ehlibeyt’ine olan saygı ve sevgi dışında ortak bir yanı yoktur.
Anadolu Aleviliği, kendine özgü bir yaşam biçimidir. Anadolu’da Alevilik bir kültür olayıdır. Bir kimlik meselesidir. O dinsel olmaktan çok, ırksal olmaktan çok, toplumsal bir akımdır. Bir özgün hayat felsefesidir.
Anadolu Aleviliği, Ali ve Ehlibeyt sevgisini, insan sevgisini, kardeşliği, hakça bölüşümü, eşitliği, her türlü toplumsal haksızlığa karşı olmayı kendine erdem edinmiş bir dünya görüşüdür.
Bugün çağdaş demokratik teorilerin aradığı erdemleri Alevilik 700 yıldan beri Anadolu’da her türlü bağnazlığa karşı yılmadan mücadele vererek sürdürmektedir.
Doğuşta toplumsal temelli, ama dinsel bir muhalefet akımı olan Şia hareketi, Anadolu’da toplumsal yanı ağır basan, bir yaşam felsefesine bir siyasal muhalefet hareketine dönüşmüştür.
Alevilik bu özelliğini, yaşadığı tarihsel-toplumsal sürece borçludur.

SORU 47: Şiilik Nedir?
CEVAP: “Şi’a” Arapça bir kelimedir. Birine uyan, birinden yana olan, birinin tarafını tutan, bölük, fırka v.b. anlamlarına gelir. Şia, Hz. Muhammed tarafından, Hz. Ali’ye uyanlara verilen isimdir. Hz. Peygamber bu sözcüğü “Ali’nin Şiası”, “Sen ve Şian”, “Şiamız” şeklinde kullanmıştır.
Şia, İslam Tarihi’ndeki hilafet tartışmaları sırasında Hz. Ali’yi tutanların aldıkları isimdir. Ali yanlıları, Ali’yi tutanlar anlamına gelir. Yani Şia, Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ali’yi halifelik için en uygun kişi olarak gören, O’nu “meşru halife” kabul eden, ondan sonra gelecek halifelerin de, onun soyundan olması gerektiğine inanan topluluğa verilen isimdir.
Şiilik denince akla İran gelir. Dünya’da İran’ın dışında da Şii topluluklar var ama, anayasasında resmi devlet dininin Şii, yani Caferi olduğunu kabul eden tek ülke İran’dır. Son İran Anayasası’nın 12. maddesi şiiliği resmi devlet dini yapmıştır.
Şimdi Şiiliğin İran’daki doğuşunu, gelişimini ve iktidar mezhebi oluşunu tarihsel süreç içinde kısaca inceleyelim.
Hz. Muhammed ile Arap Yarımadası’nda başlayan ideal düzen yerini giderek servet ihtirasına kapılan zengin bir zümreye bıraktı. Arap çöllerinin yoksul Bedevileri İslamiyet’ in yayılması için yapılan fetihler sonucu büyük servet sahibi oldular.
Halife Osman, büyük bir ordu ile Türk illerinin fethine girişti. O zaman Türk illeri Çin-Bizans ticaret yolları üstünde kuruluydu. Küçük beyliklerden oluşan Türk illeri Araplar’ın büyük ordularına karşı koyamadı. Türkler’in büyük servetleri yağma edilerek Arabistan’a götürüldü.
Araplar, İran ve Türk illerinde yaşayan halklara zulmetmeye başladılar. Bu ülkeler Arap saltanatının arka bahçesi gibiydi. Araplar’ın amacı bu arka bahçeyi Müslümanlaştırmaktı.
Türkler Şaman dininde, İranlılar ise, Zerdüşt idi. Araplar Zerdüşt mabetlerini kapadılar, içlerindeki tüm kıymetli eşyalara el koydular.
İran’da, İslamiyet’in doğuşundan 1100 yıl önce (İ.Ö.535) kurulmuş bir imparatorluk vardı. İran ulusu, Asya’dan Yunanistan’a kadar uzanan (Anadolu, Akdeniz, Mezopotamya) bir uygarlığın yaratıcısıydı. İranlılar’ın kendi topraklarında doğup biçimlenen dinleri ve inanç kavramları vardı. Bu nedenle, ortaya çıkan ve küçük bir bölgeye egemen olan İslam toplumunun görüşlerini kolayca benimsemeleri mümkün değildi.
Yeni doğup gelişen ve bütün gücünü yeni bir dinden alan Arap egemenliğine, İran’ın hoşgörüyle yaklaşması beklenemezdi. Çünkü, İslam dininin tutunması ve yayılması, İran ve Bizans İmparatorlukları’nın sarsılmasına, yıkılmasına bağlıydı.
İran gelişip büyümesi artık son sınırlarına varan çok eski bir devletti. İran ordusunun gücü ayaklanmalar, saldırılar karşısında giderek zayıflamaktaydı. Yeni kurulmuş İslam Devleti ise, yeni inancın verdiği dinamizmle umutlu ve atılgandı. Din için savaşmak, dini yaymak için ölmek mutluluk sayılmaktaydı.
Duraklama dönemine girmiş İran’ın bu yeni güç karşısında bütünlüğünü koruyabilmesi için kendine yeni bir direnme kaynağı bulması gerekiyordu.
İşte, Arap saldırıları karşısında gerileyen İran’ın İslamiyet’in “hilafet” sorununda Ali ve Ehlibeyti savunması rastgele bir olgu değildir.
Ali sevgisinin İran’da yayılmasında, giderek ayrı bir mezhep olmasında bu çelişkinin de payı var. Yani Şiiliği, bir anlamda Emevilerin Arap ırkçılığı ve özellikle İran düşmanlığı doğurmuştur denebilir.
Şiilik, İranlılar’ın İslam dinini kendi kültürlerine göre yorumlamalarıdır. Kur’an’a inanan Şiiler, Sünni inancına göre hazırlanan fıkıh, kelam, tefsir gibi konularda farklı görüşler savunurlar.
Bir başka deyişle Arap-İran olayı bir yanı ile inanç olayı olmaktan çıkıp, egemenlik sorununa dönüşmüştür. Bu çok eski ve köklü uygarlığa sahip olan Farslar’ın çölden gelen Bedevilere boyun eğmeyi reddetmelerinden kaynaklanan bir olaydır.
Üç asırlık bir direnmeden sonra Oğuz Türkleri 10. yüzyılda kitleler halinde İslamiyet’i kabul etmeye başladılar. Fakat Şamanlıklarını da bırakmadılar. Bu arada İran’lılar da İslamiyet’i kabul etmeye başlamakla birlikte Şiiliği seçtiler. Onlar gibi İran Azerbaycan’ında bulunan Türkler de Şiiliği benimsediler.
İran ülkesi Şiiliği kabul etmekte huzura kavuşmadı. İran Arap mücadelesi sürüp gitti. Bugün de devam ediyor.
Şiiler, İran’da Büveyhoğulları adıyla bir devlet kurdular. Büveyhoğulları, Ebu Süca Büveyh tarafından kurulmuş bir hanedanlıktı. Büveyhiler’in hakimiyeti miladi 1055 tarihinde Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in Bağdat’ı alışıyla sona erdi.
Müslümanlığı kabul eden Oğuz Türkleri ise, Arap nüfuzundan kurtularak ilk Müslüman Türk devleti olan Samon Oğulları devletini, sonra da Karahanlılar devletini kurdular. Oğuz Türkleri bu devletlerin yıkılmasından sonra İran’da Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nu kurdular. Bu Şiiliğe büyük bir darbe oldu.
Büyük Selçuklu Devleti, İran’da Rey şehrini merkez yaparak bütün İran’a hakim oldu. İranlılar Araplar’dan sonra bu kez de Türkler’in hakimiyeti altına girdiler ve Şiilik bir dönem sindi.
Selçuk Sultan ölünce yerine 1040 tarihinde Tuğrul hükümdar oldu. Bu Şiiliğin karşısına artık Sünni Türkler’in çıkmaya başladığı anlamına geliyordu. Tuğrul’un ölümünden sonra tahta Alp geçti. Alp Aslan’ın veziri Nizamülmülk koyu Sünni bir yönetim kurdu.
İran’da bu kez de Hasan Sabah’ın kurduğu Batınilik kuvvet buldu. Batınilerle çok uğraşan Nizamülmülk bu tarikat mensupları tarafından öldürüldü.
Selçuklu sultanlarından Tuğrul, Alp Aslan, Melikşah ve Sencer koyu birer Sünnilik savunucusuydular. İran’da Büyük Selçuklu Devleti Moğollar’ın işgali ile yıkılınca, Moğollar Irak’ı işgal ettiler. İran’da İlhanlılar devletini (miladi 1265-1337) kurdular, İlhanlı hükümdarı Gazan Han İslamiyet’i kabul etti. Bu devirde birçok Şii bilim adamı Şii mezhebinin inanç ve fıkıh esasları hakkında önemli eserler verdiler.
Gazan Han’dan sonra hükümdar olan kardeşi Olcayto, Şii oldu. Şii şeyhleri Olcayto’nun sarayına doldu. Hükümdar Olcayto Şiiliğin yayılması için çok çaba harcadı; bu dönemde Şiiliği tanıtan eserler yazılıp İmparatorluğun her yanına gönderildi. Olcayto, Hz. Ali adına para bastırdı ve üstlerine “Ali Veliyyullah” ibaresini yazdırdı. Hükümdar Olcayto Ebubekir, Ömer ve Osman’ın isimlerinin anılmasını da yasakladı.
İlhanlılar devletini Timurlenk ortadan kaldırdı. Timurlenk’ten sonra kurulan Akkoyunlu devleti Doğu Anadolu ve İran’a hakim oldu. Akkoyunlular Şiiliği devlet dini olarak kabul etti. İran’da Akkoyunlu devletini gene Şii olan Safeviler ortadan kaldırdı. Şiilik, Safeviler döneminde, özellikle de Şeyh Safiyüddin’in hükümdarlığı döneminde güçlendi.
Safiyüddin, 1252 yılında Hazer denizinin Güneybatı sahilinde Erdebil civarında doğdu.
Safiyüddin çocukluğunu doğduğu şehirde geçirdikten sonra, Hazer denizi kıyısındaki Ceylan şehrine gitti. Bu şehirde Şeyh Zahidi’nin yanına mürid olarak girdi. O sırada şeyh 60, kendisi 25 yaşındaydı. Şeyh Zahid vefat edince Safiyüddin, onun kızı Bibi Fatma ile evlenerek Şeyh’in postuna oturdu. O sırada İran’da İlhanlı egemenliği hüküm sürüyordu. İlhanlılar’ın veziri şehre büyük saygı gösteriyordu.
Bir gün Emir Çoban Şeyhe; “Bizim askerlerimiz mi çoktur, yoksa sizin müridleriniz mi” diye sorar. Şeyh de; “Sizin askerlerinizin cümlesi benim müridimdir” diye cevap verir.
Şeyh Safiyüddin 1335 tarihinde öldü. Yerine oğlu Bedrettin posta oturdu. Torunu Hoca Ali onun oğlu da Seyit İbrahim’dir.
Şiilik, Anadolu’ya Hoca Ali zamanında girmiştir. Osmanlılar bu şeyhlere “Çerağ akçesi” adı altında değerli hediyeler gönderirlerdi.
Timurlenk, Ankara savaşının galibi olarak Semerkant’a dönünce Erdebil Tekkesi’ne uğra***** Şeyh Hoca Ali’yi ziyaret etti, ona birçok vakıf bağışladı.
Yıldırım Bayezıt’la Timurlenk arasındaki savaş Şiiliğin zaferi şeklinde yorumlanmıştır. Timur, esir aldığı 30.000 Türkü Şii şeyhi Hoca Ali’nin isteği üzerine serbest bırakmıştır.

SORU 48: Şeyh Cüneyt Kimdir?
CEVAP: Babası Şeyh İbrahim’in yerine 1447’de posta oturdu. Babasının 6. oğluydu. Tekke postuna çok genç yaşta geçen Cüneyt, Şii tarikatını yeniden düzenledi. Şeyhlik kıyafetini bırakarak, hükümdar gibi giyindi.
O sırada Ortadoğu’da üç büyük devlet vardı:Anadolu’da Osmanlı İmparatorluğu, Mısır’da Memluk Devleti ve İran’da Akkoyunlu Devleti.
Karakoyunlu hükümdarı Cihanşah, Şeyh Cüneyt’den korktuğu için O’nu Erdebil’e sürdü. Cüneyt, Anadolu’ya geldi. O tarihte Osmanlı tahtında 2. Murat bulunuyordu. 2. Murat’a değerli hediyelerle gelen Şeyh Cüneyt, padişahtan Kurtbeli’nde oturma izni istedi. 2. Murat Şeyhin bu talebini veziri Halil Paşa’ya iletti. Vezir şu cevabı verdi “Padişahım, bana göre yedi derviş bir postta oturabilir. Fakat iki hükümdar bir tahta sığmaz.”
2. Murat, Şeyh’e 200 duka altın, gelen dervişlere de 100’er akçe verdi ama, isteklerini kabul etmedi.
Şeyh Cüneyt bu kez Karaman Beyliği’ne gitti. Konya’da Şeyh Sadrettin tekkesine misafir oldu. Ne var ki Şiilik fikirlerini yayıyor gerekçesiyle buradan da kovuldu. Şeyh Cüneyt daha sonra Toroslar’da yaşayan Varsak Türkmenler’inin arasına girdi. Varsaklar, Şeyhi himaye ettikleri gibi kendileri de Şii oldular. Fakat Karaman Beyi İbrahim Bey, Varsak Türkmenleri’ne haber göndererek Şeyhi tutuklamalarını istedi.
Türkmenler emri dinlemeyip Şeyhi kaçırdılar. O da İskenderun’daki Arus Dağı üzerinde bir mağaraya çekildi. Bir tekke kurarak Şiiliği yaymaya çalıştı, kısa zamanda çok sayıda taraftar topladı.
Bölgede bazı karışıklıkların ortaya çıkması üzerine Şeyh buradan ayrılarak Karadeniz’deki Canik dağlarına gitti. Samsun’a yerleştikten kısa bir zaman sonra çevresine birkaç bin silahlı mürit topladı. Kuvvetleriyle 1456 yılında Trabzon Rum İmparatorluğu’na bir akın düzenledi. Bu savaş sırasında birçok Rum prensi öldü. Rumlar Trabzon kalesine kaçtı. Şeyh Cüneyt bu kaleyi üç gün boyunca kuşatma altında tuttu. Ancak, Fatih Sultan Mehmet, Hızır Bey ile Trabzon’a kuvvet gönderince geri çekildi.
Trabzon’dan gelen Şeyh Cüneyt’i ihtişamlı bir törenle karşılayan Uzun Hasan, Karakoyunlulara düşman olan Şeyh Cüneyt’ten yararlanmak istiyordu. Şeyh Diyarbakır’da üç yıl boyunca misafir kaldı. Uzun Hasan’ın kız kardeşi Hatice Begüm ile evlendikten sonra ise, serbest olarak Şiilik propagandası yapmaya başladı.
Şeyh Cüneyt bir kısım müridi ile birlikte uzun yıllar kaldığı Anadolu’dan Erdebil’e döndü. Karakoyunlu hükümdarı Cihanşah, O’nu ikinci kez memleketinden kovdu, Şeyh Cüneyt, yolda Cihanşah’ın askerleri ile tutuştuğu savaşta bir ok yarası ile öldü. (1460) Cesedini müridleri kaçırarak Erdebil’e götürdüler. Türbesi, şimdi Şiilerin ziyaretgahı haline gelmiştir.

SORU 49: Şeyh Haydar Kimdir?
CEVAP: Şeyh Cüneyt’le eşi Hatice Begüm’ün çocuğudur. Haydar (ya da Arslan) 9 yaşına gelince babasının yerine halife olmak için Erdebil’e gitti. Bu arada Uzun Hasan 1473 Otlukbeli Savaşı’nda Fatih Sultan Mehmet’e yenilmiş, hükümet merkezini de Tebriz’e taşımıştı. Bu yenilgiden 5 yıl sonra da Uzun Hasan ölmüştü.
Haydar, Uzun Hasan’ın eşi Despina Hatun’un kızı Marta ile evlendi. Bu evlilikten doğan üç çocuktan biri İran’da Safevi devletinin kurucusu olan ŞAH İSMAİL’dir.
Şeyh Haydar derviş hırkası giyer, başına sufi takkesi takardı. Müridleri ise derviş entarisi giyer, başlarına sürahi şeklinde Haydari denilen bir külah takarlardı. Kırmızı renkli bu külah 12 dilimliydi. 12 dilim 12 İmamı, kırmızı ise Ehlibeyt ile kan kardeşliği anlamına geliyordu. Bu kızıl renk aynı zamanda Hz. Ali’ye bağlılığın da simgesiydi.
İşte bu kırmızı külahlı Haydari dervişleri gören Sünniler bunlara Kızılbaş derlerdi. Bu tabir daha sonra bütün Şii ve Aleviler için kullanılır oldu.
Bu kızıl Haydari külahı Şah İsmail de kullanmıştır. Bu külah bir tarikat tacının ötesinde siyasi bir fırkanın askeri serpuşunu ifade ediyordu.
Anadolu Alevileri’nde ayrıca Şamanlık’tan gelen kırmızı keçe külah giyme alışkanlığı da vardır.
Şeyh Haydar, 1488 yılında Şirvan’a üçüncü seferini yaptı. Şirvan Şahı Feruh Yesar, çok iyi hazırlanmış olduğu halde Haydar ile mücadele edemeyeceğini anladı ve kaleye kapandı. Bir yandan Haydar’ı oyalarken, bir yandan da akrabası Akkoyunlu Yakup Bey’den yardım istedi.
Şeyh Haydar ve adamları bütün güçleriyle savaştılar. Fakat Şeyh aldığı ok yarası ile ölünce ordu yenildi. Ağustos 1488
Şeyh Haydar öldürülünce, müridler bu kez onun büyük oğlu Ali’nin etrafında toplandılar. Babalarını da öldüren Yakup Bey, tehlikeyi anlayınca üç yeğenini (Ali, İsmail, İbrahim) anneleri ile birlikte kaleye hapsetti. Onlar burada dört buçuk yıl hapis kaldı.
Şeyh Haydar’ın büyük oğlu Ali düşmanlarıyla savaşırken bir tuzağa düşürülüp öldürüldü. İsmail’i annesi Marta Hatun’un, Erdebil Tekkesi’nde gizlediği söylenir. Aba ya da Ebe adlı bir kadının İsmail’i Erdebil’de Anadolulular (Rum) mahallesindeki evinde sakladığı rivayet edilir.
İsmail bir süre sonra Reşt’e, oradan da Lehistan’a gitti. On üç yaşındayken Erdebil’e döndü. Bu sırada Akkoyunlu devleti sarsıntı geçirmekteydi.

SORU 50 : Şah İsmail Kimdir?
CEVAP: Genç Şah İsmail, artık yeni bir devlet kurmaya adaydı. Şiiler Şah İsmail’in etrafında bir araya geldiler. İsmail, babası Şeyh Haydar’ın yerine şeyhliğini ilan etti. Büyük dedesi Şeyh Safiyüddin’den dolayı devlete Safevi Devleti adını verdi. Şiiliği de bu devletin resmi dini olarak kabul etti.
Şah İsmail’in yönetimine Anadolu’dan büyük sempati besleniyordu. Anadolu’nun her yanından bölük bölük Türkler şahı ziyaret için Erdebil’e dolup taşıyorlardı.
Şahı ziyarete gelenler, “Ustacalu, Rumlu, Şamlu, Sivas, Amasya, Tokat bölgelerinin yerleşik Türk halkı, Tekeli (Antakya Bölgesi); Zülkadir (Dülkadir), Anadolu’daki Karaman bölgesi, başta Turgutlular olmak üzere, Varsaklar (Tarsus bölgesi) vs. idi.”
Ustacalu Mirza Beg, oğlu Muhammed Beg, Şamlu Abdi Beg de kalabalık maiyetleri ile gelenler arasında bulunuyordu.
Şah İsmail’in 1501 yılında Erzincan’a gelmesini ve müridlerinin etrafında toplanmalarını tarihçiler, “Artık baş ile gövde birleşmiştir” şeklinde yorumlarlar.
Şah İsmail 1501 yılında Şirvan ülkesine gitmek üzere Erzincan’dan ayrıldığı zaman, buyruğunda yedi bin kişilik bir kuvvet bulunuyordu. Şirvan ülkesine sefere giderken hem babasının öcünü almayı, hem de bu zengin ülkeden elde edeceği ganimetleri yoksul müridlerine dağıtmayı planlıyordu.
Şirvan ordusunu ağır bir yenilgiye uğratan Şah İsmail’in ordusu, kaçan Ferruh Yesar’ı da öldürdü.
Daha sonra Şurür savaşı ile Azarbeycan’ı alan Şah İsmail, Tebriz’de şahlık tahtına oturdu. 12 İmam adına hutbe okutup para bastırdı. İsmail bu sırada 15 yaşında idi.
Şah İsmail önderliğinde bu derece kuvvetlenen Şiilik, Osmanlı İmparatorluğu’nu da tehdit etmeye başlamıştı. Anadolu Türkmen aşiretleri Şah İsmail’in etkisi altındaydı artık. Üstelik Şah İsmail ordusu ile Mazenderan ve Şirvan’ı aldığı gibi Dulkadir beyini, Akkoyunluları, Karakoyunluları ve Özbek Beyleri’ni de mağlup etmişti. Bunlar, Şah İsmail’in savaş meydanlarında kaldığı 14 yıl boyunca mağlup ettiği 14 hükümdardan yalnızca birkaçıydı. Şii Şah İsmail’in bu zaferden zafere koşuşu Anadolu Türkmenleri’nin Şah’a göçünü hızlandırdı. Bunu engellemeye çalışan 2. Beyazıd birçok Türkmen Aleviyi Mora’ya, Girit’e Modon ve Koron’a sürdü.

SORU 51: YavuzSultanSelim’in Şah İsmail’e SeferiniKısacaAnlatır mısınız?
CEVAP: Osmanlı İmparatorluğu’nun dokuzuncu padişahı Yavuz Sultan 1512 tarihinde tahta geçti. Babası 2. Bayezıd’in son döneminde memlekette düzen bozulmuştu. Yavuz için en büyük tehlike de Anadolu’daki Şii-Kızılbaş varlığı idi.
Hatta, Amasya’daki Osmanlı şehzadesi Murat bile Kızılbaş olmuş ve törenle taç giymişti. Bu dönemin bu açıdan öteki önemli olayları; Tokat Şehri ileri gelenlerinin Şah İsmail adına hutbe okutması, Şehzade Murat’ın 10 bin Kızılbaş ile Kazova’da Nur Halife (Kızılbaş dedesi) ile birleşmesi ve Nur Halife’nin Sivas, Tokat ve Amasya Kızılbaş’larından çok önemli bir kitleyi İran’a götürmesiydi.
O yıllarda Osmanlı-Safevi sınırı Sivas’a bağlı Suşehri kazasından geçiyor. Buradan Fırat nehri izlenerek Memluk-Safevi sınırına varılıyordu. Divriği, Darende, Malatya ve Ayıntap Memluklerin; Kemah Kalesi, Harput ve Urfa da Safevilerin sınır kentlerini meydana getiriyordu.
Zaten Safevi devletinin kuruluşunda Türk öğesi ağırlıktaydı.
II. Bayezıd’in Anadolu’da Şiiliğe karşı Bektaşiliği tuttuğu Balım Sultan’dan el aldığı, Bektaşi olduğu iddia edilir, buna örnek olarak da onun Hacı Bektaş-i Veli türbesini yaptırdığı ve bu tarikat mensuplarına çok iyi davrandığı gösterilir.
Yavuz, tahttan indirdiği babası 2. Bayezıd’i Bektaşilerin merkezi olan Dimetoka’ya sürgüne gönderir. Tahta geçmek için kardeşlerini ve babasını öldürdükten sonra Yavuz Sultan Selim; Şiilik meselesini ele alır.
Yavuz, Şiiliği ve Bektaşiliği kendisi için büyük tehlike olarak görüyordu. Özellikle Safevi Devleti ve Anadolu’da çok sayıda taraftarı olan Şah İsmail’in varlığı onu rahatsız ediyordu. Böyle devam ederse Şah İsmail ve Safevi Devleti Anadolu’ya hakim olabilirdi. Anadolu’da Safevi Devleti ve Şah İsmail’e sempati besleyen önemli bir Alevi kitle vardı. Anadolu’nun Safevi devletinin bir parçası, vilayeti vb. olması hiç de uzak bir ihtimal değildi.
Sultan Yavuz Selim bu tehlikeyi ortadan kaldırmak istiyordu. O’na göre bunun yolu da önce Şah İsmail’in Anadolu bağlantısı olan Alevi halka bir ders vermek, sonra da Şah İsmail’in kendisiyle hesaplaşmaktı.
Yavuz Sultan Selim, İran seferinden önce, Anadolu’ya adamlarını göndererek Anadolu’daki Alevilerin sayısını ve gücünü belirlemelerini istedi. Yapılan sayımda Anadolu’da resmi olarak 40.000 Alevi olduğu saptandı.
Yavuz, İran seferine Anadolu’dan başladı. Önce bu deftere geçen 40.000 Alevi’nin katledilmesi emrini verdi. Bu emirle o güne kadar Anadolu’da eşi görülmemiş büyük bir katliam başladı. Alevi yerleşmelerinde taş taş üstünde kalmadı. Alevi inançtaki insanlar en ücra Alevi köylerinde bile yediden yetmişe katledildi, kaçanların aylarca dağlarda izi sürüldü. Bu kıyımdan yalnızca kuş uçmaz kervan geçmez yerleşmelere kaçan Aleviler kurtulabildi.
Anadolu’da Aleviler’in hayatlarını bugün de en ücra köy ve mezralarda; susuz, yolsuz, yüksek karlı dağların arkasındaki yerleşmelerde sürdürmelerinin sebebi budur. Onları o yüksek dağların görünmeyen yamaçlarına işte bu can korkusu atmıştır. Bu korku verme yöntemi Osmanlılar’ın resmi politikası olarak varlığını asırlar boyunca sürdürmüştür.
Bu yüzden Alevi insanı şehre ve onun nimetlerine asırlarca muhtaç kalmış, yeni yeni mağarasından, mezrasından çıkıp insanlığa elini uzatmıştır.
Yavuz’un İran öncesi Anadolu’da giriştiği bu katliamdan Bektaşi geleneğine göre yetiştirilen ve bir anlamda “Bektaşi” de denebilecek Yeniçeriler rahatsız olur. Yavuz, bu kez farklı bir siyaset izleyerek kendisinin; Şah İsmail’in adamlarına karşı olduğu Bektaşiliğe karşı olmadığı imajını vermeye çalışır. Hatta kulağını Bektaşi usulü deldirerek balım Sultan küpesi taktırır. Bu çabalarının sonucunda da Yeniçeri Bektaşilerin bir kısmını ikna eder.
Yavuz’un çok hırslı bir devlet adamı olduğu, dünya haritasını önüne açarak, “Bu dünya bir padişaha az gelir” dediği söylenir.
Yavuz’un İran Seferi’nde iki amacı vardı:Bunlardan biri, doğuda Şiiliği temizleyip Horasan ile birleşmek, ikincisi ise, Mısır’ı fethederek dünya ticaret yollarını ve hilafeti elde etmekti. Yavuz böylece bütün dünya Müslümanlarının halifesi olacak, sonra Hz. Ali’den bu yana devam eden hilafet sorununu da çözecekti.
Yavuz, İran Seferi’ne 20 Nisan 1514 tarihinde başladı. Yolda kıtlık başgösterdi. Yeniçeriler bu sefere karşı çıktılar ve isyan çıkardılar. Yavuz, seferden vazgeçilmesini isteyen çocukluk arkadaşı Karaman Beylerbeyi Hemdem Paşa’yı derhal başından vurdurup öldürttü.
Erzincan’ın Tercan bölgesine geldiğinde askerler açıkça itaatsizliğe başladı. Yeniçeriler parçalanmış çarıklarını mızraklara takarak “istemezük” diye bağırıp kazan kaldırdılar. Hatta Yavuz’u öldürmek için çadırına kurşun atıldı.
Bütün bu karşı koymalara rağmen, Yavuz planından vazgeçmedi. Hatta askerin karşısına çıkarak şöyle konuştu:“...Düşmana yaklaştığımız şu anda alçakça bir tavırla geri dönmeyi istemek, kahramanlık azmine yakışır mı?Kahramanlık göstermekten korkanlar karılarının yanına dönsünler siz harbe gitmezseniz ben yalnız başıma giderim.”
Bu ateşli konuşma bir kısım askeri coşturdu. Bu coşkuyla yola devam ediydiyse de, yolda bir yeniçeri, Yavuz’un yolunu keserek öldürmek istedi. Ama asker yakalanarak derhal öldürüldü.
Yavuz’un İran Seferi’ne ordunun özellikle yeniçerilerin karşı koyduğu kesindir. Buna karşılık Yavuz’u destekleyenlerin de bulunduğunu gösteren herhangi bir belge ele geçmiş değildir. Örneğin, ulema bile bir hamiyyet gösterisi yapıp Yavuz’u desteklediğine ait bir tutum içine girmez. Bu konuda Yavuz’un lehinde bir delil olmamasına Prof. Dr. Faruk Sümer oldukça üzülüyor. Bu duruma “hayret verici” bir gerçeklik diyor.
Defterdar Piri Mehmet Paşa ise taarruzla ilgili olarak şöyle diyor:
“Akıncıların büyük bir kısmı Alevidir. İhtimal bunlar gizlice düşmanın Şiilik Mezhebi’ne inandırılmış olabilirler. Bunlara düşünme vakti bırakıldığı takdirde onların tarafına geçmeleri ve hiç olmazsa isteksiz ve gevşek hücum etmeleri ihtimali vardır. Bu sebeple muharebenin tehiri tehlikeli olabilir. Şafakta taarruza geçilmesi doğru olur.”
Bu savaşta Osmanlı ordusunun mevcudu 120 bindi. Bunun 80 bini sipahi, 10 bini de yeniçeriydi. Şah İsmail’in kuvveti ise sayıca bunun yarısı kadardı. Üstelik Safevi Ordusu ateşli silahlardan da mahrumdu.
Çaldıran Savaşı’nı Osmanlı ordusu kazandı. Şah İsmail’in ordusundan 14 Han, Yavuz’un ordusundan 10 Sancak beyi öldürüldü.
Şah İsmail’in bütün mal varlığı, hazineleri Osmanlı’nın eline geçti. Şah İsmail’in eşi Taçlı Hatun’un esir düştüğü savaşta çok sayıda asker öldürüldü.
Çaldıran mağlubiyeti zaferden zafere koşan Safevi hükümdarında derin bir manevi çöküntü yarattı ve Şah İsmail kendini içkiye verdi.
Yavuz, Çaldıran dönüşünde de Anadolu’nun kilidi olan Erzincan-Kemah kalesini fethetti. Şah İsmail’in Erzincan Valisi Rumlu Nur Ali Halife’yi de, Dersim Ovacık’ta Tekir Yaylası denilen yerde ağır bir yenilgiye uğrattı.
Böylece Safevi devletinin Anadolu’daki genişlemesi kesinlikle engellendi. Çaldıran “zaferi” Doğu Anadolu’yu Osmanlı’ya açmıştı ama, bu Osmanlı-İran savaşlarının bittiği anlamına gelmiyordu. Ayrıca bu seferlerin sonucu olarak Celali ayaklanmaları da tarih sahnesinde baş göstermişti.
Böylece kuruluşunda önemli ölçüde Türkmen nüfusun olduğu Safevi devletini gene Türk ama Sünni Osmanlı devleti yenilgiye uğratmış oldu.
Çaldıran’da karşılaşan iki ordunun askerlerinin çoğunluğunun aynı dili (Türkçeyi) konuştuğunu birçok tarihçi yazar.
Çok sayıda tarihçi; Safevi devletinin hem dayandığı kitle açısından hem devlet teşkilatı ve kültür bakımından tarihe Türk devleti olarak geçen birçok devletten daha çok Türk özellikleri taşıdığını öne sürerler. Safevi Devleti’nin resmi dili de Türkçeydi.
Doğan Avcıoğlu bu konuda, “Safevi devleti, onaltı Türk devleti arasında yer alan Gazne ve Hindistan Babür İmparatorlukları’ndan, hatta İran Büyük Selçuklu Devletin’den daha çok Türk devletidir” diye yazar.
Yavuz Sultan Selim, Çaldıran seferinden sonra, 1517 yılında Mısır’ı fethederek Şii İsmaililer’in devletine de son verdi. Yani, Yavuz’un doğu seferi Şii savaşıydı. Mısır’ı fetheden Yavuz, Mısırlılar’ın elinden hilafet makamını da aldı. Asırlardır birçok savaşa ve müslüman kanının dökülmesine sebep olan hilafet artık Osmanlı’daydı.
Yavuz Sultan Selim, koyu Sünnilik taraftarı idi. Hilafet makamını elde ederek üç yüz milyon Müslümanın halifesi olmak O’nun en büyük ideallerinden biriydi.

SORU 52: Şah İsmail Aleviliği ya da Şiiliğini Kısaca Anlatır mısınız?
CEVAP: Şah İsmail, yalnızca Safevi Devleti’ni kurup geliştiren başarılı bir hükümdar değil, aynı zamanda Şii-Alevi inançtaki kitlenin ruhani lideriydi. Bu kitle, Şah’a büyük saygı ve muhabbetle bağlıydı. Şah İsmail, Emeviler’in İslamiyet anlayışına karşı Hz. Ali ve Ehlibeyt’in başlattığı mücadeleyi tavizsiz bir şekilde sürdürüyordu.
Şah İsmail, devlet adına bastırdığı sikkelere On İki İmam’ın isimlerini yazmakla yetinmedi. Tüm hutbelerde Hz. Ali ve Ehlibeyt’e yer verdi. İslam’ın şartlarından biri olan, kelime-i şehadet getirme ifadesinin sonuna, “Aliy-ül Veliyullah” ibaresini getirdi. Bunda, Hz. Ali’nin ermişliğine olan önem vurgulanıyordu.
Camilerde ve toplulukların bulunduğu her yerde Halife Ebu Bekir, Halife Ömer, Halife Osman ile Muaviye ve Yezid’e lanet okuyan Şah İsmail, aksine hareket edenleri katletme emri verdirmişti. Ayrıca adı geçen bu isimlerin kullanılması da yasaktı.
Şah İsmail, İslam tarihinde Hz. Muhammed’in soyuna yapılan haksızlıklara karşı amansız bir savaş açmış, Hz. Muhammed ve Ehlibeyti’nin en büyük savunucusu olmuştu. Bunun sonucunda da İslam şovenizmi ve Arap ırkçılığı yapan Emevi ve Abbasi düşmanı kitlelerin büyük desteğini almıştı.
Anadolu’da da Şah İsmail’e sempati duyan, Ali ve Ehlibeyt’e sevgi ve bağlılık gösteren önemli bir Türkmen kitle vardı. Osmanlı İmparatorluğu kurulduktan sonra Osmanlı koyu Sünniliği devlet dini olarak seçip Ehlibeyt yanlılarına düşmanca davranmaya başlayınca İran’a ardı arkası kesilmeyen bir Türkmen göçü başladı. Bu durum, Yavuz Sultan Selim’in İran seferine kadar devam etti, ondan sonra ise, gizli gizli sürdü.
Yavuz’un İran seferinden sonraki göçlerden birini o yıllarda Venedik elçisi olan Membre, şöyle anlatıyor:
“Tam o gün (Ağustos 1539) Erzincan’dan Türkmen Ali adında biri sekiz yüz ev ile Şah’a gelmişti. Altı yüz kadar da silahlı adamı bulunuyordu. Şah’ın etrafında “Allah, Allah” diye bağırıyorlardı. Şah da onları teker teker kabule başladı. Her içeri giren onun ayağını öpüyordu. Şah onlara taç veriyor, müridler de hediyelerini sunuyorlardı. Şah onları memleketin üç kısmına dağıttı: Horasan, Şirvan, Aras.
Anadolu’dan yani Adana’dan bir adam geldi. Getirdiği hediyelere karşılık Şah’tan bir mendil almak istemiş. Mendili alan Türk, ellerini havaya kaldırıp Allah’a hamdetti, sonra başını yere koyup “Şah, Şah” dedi. Çok memnun olarak ayrıldı. Bunun ne olduğunu sordum; teberrük (hediye) olduğunu söylediler. Türk’ün babası evde hasta yatarken rüyasında Şah’ı görmüş, iyileşmesi için o mendili elde etmek istemiş. Böyle gizli olarak her sene çok kimse ziyarete gelmektedir.”(26)
Yavuz, İran seferi dönüşünde 1518 Bolu kadısı Mevlana Hişam’ın Şah İsmail ile ilişkisi olduğunu haber aldı. Yavuz’un gönderdiği askerler kadıyı Merzifon’da yakalayıp halkın gözü önünde astı. Şah İsmail’in Osmanlı Ordusu içinde de önemli miktarda taraftarı vardı.
Şah İsmail, bu özelliklerinden başka, iyi bir hatip ve şairdi. “Şah Hatayi” mahlası ile şiirler yazan ve bir divanı olan Şah İsmail şiirlerini kolayca anlaşılabilir bir Türkçeyle yazmıştır.
Şah İsmail’in Anadolu halkı arasında yüzyıllar boyu süren sevgisi bugün de bitmiş değildir. Osmanlılar’ın halka karşı yaptığı haksızlıkları düzeltmek için Anadolu halkı, sürekli Şah İsmail’den yardım beklemiştir.
Şah İsmail’in “Şah Hatayi” mahlası ile yazdığı bir şiirinin sözleri şöyledir:
Ela gözlü pirim geldi
Duyan gelsin işte meydan
Dört kapıyı kırk makamı
Bilen gelsin işte meydan

SORU 53: Humeyni Şiiliğini Kısaca Anlatır mısınız?
CEVAP: Humeyni, İran’daki 1960 devrimini yabancılar için yapılmış, İran halkına karşı ve tarım düşmanı bir devrim olarak niteledikten sonra, Şah’ı 1906 Anayasasına uymaya çağırdı. Şah bu çağrıya uymayınca ona verdiği sert muhtırada şöyle diyordu:
“Ey genç Şah, babandan ibret al ve kork o günden ki, küfrünü isbatlayan bir fetva ile seni halkın elleriyle kulaklarından tutup layık olduğun yere fırlatırım...”
Bu muhtıraya çok sinirlenen Şah, “Ruhullah el-Musevi el-Humeyni”yi 5 Haziran 1963’te hapse attırdı. Askeri Mahkemede İmam Humeyni hakkında idam kararı verildi.
Bu durum üzerine Ayetullah Şeriatmedari, 400 müctehit ile Tahran’da müctehitlerin ortak fetvasını Şah’a sundu. Bu fetvada, 1906 Anayasasında Şah’ın veya herhangi bir mahkemenin “müçtehit” olan birine yargılama yetkisinin kesinlikle bulunmadığı hatırlatılıyor, Humeyni’nin ise, yargılanamayacağı için serbest bırakılması isteniyordu.
Bu direniş üzerine Humeyni serbest bırakıldı. Ayetullah ünvanına bir de İmam sıfatı eklendi.
Humeyni’yi sürgün günlerinde destekleyen ve bu muhalefeti başarı ile yürüten kişi Azeri Türk asıllı Ayetullah Şeriatmedari’ydi.
İmam Humeyni ise, imam ve müctehidlerin tam desteğini alarak en üst düzeydeki Ayetullah ve İran’ın en güçlü din adamı olmuştu. Bugün İran’da ona, “Gaib Oniki İmam’ın Halifesi” gözü ile bakılmaktadır. Gücü, Caferi Mezhebi’nin (İsna Aşeriyye) imama olan inancından ileri gelmektedir.
İmam Humeyni, Hz. Muhammed’den beri devam eden manevi önderlik halkasının en sonuncusu olarak kabul edilir. Ona; “Ayetullah’l-Uzma İmam Humeyni” ünvanı ile bakılır.
İmam Humeyni hareketi, ABD işbirlikçisi ve Ortadoğu’da emperyalizme karakolluk görevi yapan Pehlevi Şahlığı’nın baskı, zulüm ve sömürüsüne karşı haklı gözüken bir başkaldırı olarak başladı, geniş kitlelerin de coşkun desteğini aldı. İran halkının güçlü kolları birleşince Şah Pehlevi soluğu uşağı olduğu Amerika’ya kaçmakta buldu.
İmam Humeyni hareketi, Ortadoğu’daki işbirlikçi İslam yöneticileri için korkulu bir rüya oldu. Başta İslam ülkelerindeki bazı şeriatçı yöneticiler olmak üzere birçok güç, İran halkının yozlaşan İslam yönetimlerine ve emperyalizme karşı onurlu başkaldırısını bastırmak için ellerinden geleni yaptılar.
İmam Humeyni hareketi, İslam ülkeleri içindeki Şii-Sünni çatışmasının da yaşanan bir örneğidir. İran İslam Cumhuriyeti Anayasası’nın genel ilkeler kısmının 12. ve 13. maddelerinde mezhepler ile ilgili olarak şunlar yazılıdır:
“İran’ın resmi dini İslam ve Cafer-i İsna-aşeri mezhebidir (Oniki İmam Mezhebi) ve bu madde sonsuza değin değiştirilemez ve diğer İslam mezhepleri Hanifi olsun, Şafi’i, Malik’i, Hanbeli ve Zeydi olsun tam saygınlığı haizdirler ve bu mezheplerin mensupları kendi fıkıhlarına (hukuklarına) göre dini merasim icrasında serbesttirler ve dini eğitim ve öğretimleri ile Ahval-i şahsiyye (evlenme, talak, irs ve vasiyyet) ve mahkemelerde buna ilişkin davalarda resmen tanınmıştırlar. Ve bu mezheplerden herhangi birinin çoğunlukta olduğu yörelerde, şuralar’ın yetki sınırları içindeki mahalli (yerel) mukarrerat (düzenlemeler), diğer mezhep mensuplarının haklarına riayet edilmek kaydı ile, o mezhebe uygun olacaktır”(Madde 12).
“Yalnız Zerdüşti, Musevi, Hıristiyan İranlılar, kanun dairesinde dini merasimlerini icrada serbest olan azınlıklardır ve Ahval-i şahsiyye’de ve dini öğretimlerinde kendi yollarınca davranırlar”(Madde 13)
Görüldüğü gibi İran İslam Cumhuriyeti Anayasası, İslam tarihinde Hz. Ali’nin hilafet meselesinde ortaya çıkan bölünme olayına dayanan bölünmeyi yaşıyor. Ehlibeyte inanç dinin esasını oluşturuyor.
Humeyni’den önceki Pehlevi dönemi de Şiiliğe dayanıyordu. Ama şahlar tamamen yozlaşmış ve ABD işbirlikçisi, işkenceci, sömürücü bir diktatörlük kurmuşlardı.
Ne var ki Humeyni rejimi de sonunda diktatörlüğe yöneldi. Pehlevi şahları diktatörlüğüne karşı savaşıp iktidarı alan Humeyni, kendi dışındaki ittifakları daha baştan karşısına aldığından, kendi gibi düşünmeyenlere karşı şah diktatörlüğünü bile aratır duruma geldi. Şahların, muhaliflerine karşı uyguladığı diktatörlüğü Humeyni hareketi kalınan yerden sürdürmektedir.
Prof. Dr. Ethem Nuri Fığlalı, Humeyni yönetimi için şöyle yazıyor:
“Öyle görünüyor ki, Rıza Şah Pehlevi’nin dillere destan zulmü, adaletsizliği ve şovenist idaresi, yerini, bu defa mollaların İslam adına yapıldığı söylenen, ama İslam’ın insaf, merhamet, adalet ve emsalsiz müsamahasıyla hiç mi hiç bağdaşmayan dehşet saçıcı baskı rejimine bırakmıştır.”
Türkiye’de bir kısım Sünni din adamı ve üniversite çevresindeki akademisyenler yukarıdaki alıntıda görüldüğü gibi Humeyni hareketini olumsuz değerlendiriyor. Fakat, Humeyni hareketini destekleyen önemli bir Sünni çoğunluğun olduğu da gerçektir.
Türkiye’deki aşırı mezhepçi ve aşırı dinci bir kesim Humeyni hareketini destekliyor. 1980’den sonra dinci kesimin gelişmesi, örgütlenmesi hayli ilerleme kaydetmiştir. Bu gelişmedeki canlılık iki temele dayanıyor. İçte, 12 Eylül baskıcı rejimi, dışta Humeyni hareketi. Humeyni’nin başbakanı Haziran 1987’deki Türkiye ziyaretinde Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu M. Kemal’in mezarını (Anıtkabir) ziyaret etmek istememesine zamanın Başbakanı T. Özal şemsiye açarken, Çankaya’dan da bir ses çıkmamıştır.
Türkiye’de Sünni dindar bir kesim üzerinde Humeyni hareketinin önemli etkileri olan Necmettin Erbakan, Humeyni hareketine tam destek vermiştir.
İşin ilginç yanı, Türkiye’de Alevilere düşman olan ve bu düşmanlığı canlı tutmak için her fırsatı değerlendirenler, İran’da Şii Humeyni hareketini canla başla destekliyorlar. Humeyni hareketini destekleyen dindar kesim hala Türkiye’deki Aleviler için “katli vaciptir” diyecek kadar fanatik düşünüyorlar.
Şah İsmail’den, Pehlevilere ve Humeyni’ye gelinceye kadar Anadolu Alevileri İran’dan çok uzaklaştılar, çok yabancılaştılar. Bugün ise, artık Şii Humeyni hareketini Anadolu’da bir tek Alevi desteklememekte, hatta ona “irtica” olayı olarak kuşku ve korku ile bakmaktadırlar.
O halde bu farklılaşma nereden geldi?
Şah İsmail zamanındaki Şiiliğin Anadolu Aleviliği ile organik bağları vardı. İkisi de ortak gıdasını dergahtan alıyordu. Tekkelerde ise sufi, tasavvufi eğitim esastı. Şiilik resmi devlet dini olunca iktidar dini oldu. Camileri kendine merkezi üs yaptı. İktidar olmasının sonucu olarak tutuculaştı. Çünkü, iktidar nimetlerinden fazlasıyla yararlanıyordu.
İran Şiiliği 1500’lü yıllarda Şah İsmail döneminden 2000 yıllarına, Humeyni’li yıllara gelinceye kadar çok değişti, Anadolu Aleviliği’nden çok uzaklaştı; bu iki eğilim artık birbirini tanıyamaz haldedir.
Bugün Anadolu Aleviliği ile İran Şiiliğinin, Hz. Ali ve Ehlibeytine olan saygı ve sevgi dışında ortak bir yanları kalmamıştır. Bu yan bile İran Şiiliği’nde eski hoşgörülü, sevecen öğelerden çok uzaklaşmıştır.
Anadolu Aleviliği ise, o zamandan beri muhalefet akımı olarak varlığını tüm zor şartlara rağmen sürdürmüştür.
Anadolu Aleviliği, İran Şiiliği’nin tersine varlığını cami dışında devam ettirmiştir. Camiye girmemiştir. İran Şiiliği, artık günümüzde temsil etse etse Ortodoks bir Ehlibeyt inancını temsil etmektedir. Yani, Şah İsmail Şiiliği ile kıyaslandığında, Humeyni Şiiliği tutucu Şiiliktir. Anadolu Aleviliği ise özgür gelişimini sürdürerek bugünkü hümanist, demokrat, devrimci, eşitlikçi, özgürlükçü yapısına ulaşmıştır. Geleneksel olarak, toplumsal haksızlıklara karşı bir başkaldırı akımı olma özelliğini sürdürmektedir.
İşte bu yabancılaşmadan dolayıdır ki, Şah İsmail dönemini öven, uğrunda idam sehpalarını göze alan Alevi ozanları, önderleri, dedeleri İmam Humeyni rejimine tıpkı bir Emevi iktidarı gibi bakmaktadır. Bu bakış daha fazlasıyla Pehlevi şahları için de geçerliydi.
Anadolu Alevileri’nin Cem ayinlerini bugün de, Şah İsmail’in, Pir Sultan Abdal’ın, Nesimi’nin, Fuzuli’nin, Hz. Ali, 12 İmam ve şahlara ait söyledikleri deyişler süslüyor. Ama Humeyni’ye karşı en küçük bir sempati yoktur.
Birçok Alevi anne baba her şeyi göze alarak çocuklarının ismini bugün bile, Şah, Şah İsmail, Şahverdi, Şah Hatayi, Şah Hanım, Şah Hüseyin, Şah Ali, Şah’ı Merdan ko***** Hz. Ali ve Şahlar’a ilişkin sevgi ve saygısını sürdürüyor. Ama bu insanların hepsi Humeyni’ye uzak duruyor.
Aleviler’de Cami olayı çok önemlidir. Anadolu Alevilerinin karşı karşıya kaldığı tehlikelerin çoğu Cami kaynaklıdır. Cami, tutuculuğun, gericiliğin, Alevi düşmanlığının merkezi olarak kabul edilmiştir. Bu yüzden Cami’den gelişen ve Cami’den çıkan bir Şiilik de Aleviler için Sünniliğe yakın bir şey olarak görülür.
İşte bu nedenlerden dolayı, Anadolu Aleviliği, Şii Humeyni rejimine soğuk bakıyor. Kuşku ve korku dolu bakışlarla bakıyor.

SORU 54: Anadolu’da İlk Aleviler’de Denilen Babailer ve Babai Olayı’nı Kısaca Anlatır mısınız?
CEVAP: Kaynaklar, Anadolu’da Selçuklu saltanatına bir başkaldırı niteliğinde olan “Babai İsyanı”nın önderinin Baba İshak adlı bir Alevi derviş olduğunu yazar.
Baba İshak’ın XIII. yüzyılda Horasan’dan Anadolu’ya gelen dervişlerden olduğu anlaşılıyor. Baba İshak, etkili konuşmaları, din alanındaki derin bilgisi, militan çalışması ve halka sevecen yaklaşımıyla kısa sürede çevresinde sayılan, sevilen, buyruğunda gidilecek bir önder olur.
Bu başarıları nedeniyle Danişmentliler döneminde Kayseri kadısı yapılır. Çevresinde bir örgütçü olarak çalışır. Sadece Müslümanların değil, Anadolu’da Hıristiyan halkın da başvurduğu bir din adamı, bir adalet dağıtıcısı olur.
Bu çalışmaları Anadolu’nun yerli halkı arasında büyük yankı uyandırır. Baba İshak Hıristiyan halkından taraftarlar da edinir. Onları tasavvuf düşünceleri doğrultusunda eğitir.
Baba İshak, Selçuklu Sultanı 1. Alaaddin Keykubat döneminde Mesudiye şeyhliğine getirilir. Aynı doğrultuda buradaki görevinde de oldukça başarılı olur. Bir süre sonra Mesudiye tekkesini kurar.
Baba İshak’ın bundan sonra kendine has düşüncelerini yaydığını görürüz. O günlerde Anadolu’da Müslümanlık, Hıristiyanlık gibi tek tanrılı dinlerle çok tanrılı Anadolu dinleri yan yana yaşamaktadır.
Fuad Köprülü, Türkistan ve Horasan’dan sonra Anadolu’da yaygınlaşan Yesevilik hakkında şöyle yazıyor: “Horasan Melamiliği ile Doğu Türkistan ve Seyhun bölgesindeki Şii akınların etkisi altında oldukça geniş ve serbest bir tasavvuf felsefesine sahip düşünce akımıdır.”
Baba İshak, İslamiyeti kabul etmiştir. Kendisi Müslüman’dır ve anı zamanda din bilginidir. Fakat, İslamiyeti olduğu gibi kabul etmez. Zaten Türkler, İslamiyeti Emevilerin Türk illerinde giriştikleri zulüm sırasında tanımışlardır. Emevilere düşman olan Türkler İslamiyeti kabul ettiklerinde Hz. Ali taraftarı olarak Şii, Alevi kesimde yer almışlardır. Bir anlamda Türkmen Aleviliği Emevi düşmanlığı sonucunda doğmuştur. Tıpkı İran Şiiliğinin de Emevi düşmanlığı sonucunda doğduğu gibi.
Türkmenler, Sünni Müslümanlığın haram saydığı birçok şeyi kendi ananelerine ve törelerine uygun hale getirerek kabul etmişlerdir. Bir başka deyişle, Müslümanlığı bir reforma tabi tutmuşlardır. Müslümanlığın haram saydığı demi, dansı (semah), sazı, resim yapmayı vs. asla bırakmamışlardır. Kadınlar ile ayrı yaşamayı da kabul etmemişler, kadını toplu meclislerden asla çıkarmamışlardır. Türkçe’yi Arapça’ya, Farsça’ya vs. tercih etmemişler, türküleri nefesleri, Türkçe yazıp söylemeyi terk etmemişlerdir.
Yani Türkmenler ve diğer Anadolu yerli halkı Müslümanlığı kendilerine uygun hale getirmişler, kendi kültürlerinde yoğurmuşlar. Sonuç olarak da Alevi dediğimiz inancın merasim, adet ve inançları oluşmuştur.
Baba İshak’ın kurduğu tekkenin Anadolu’da kurulup yayılan ilk Alevi tekkesi olduğu söylenir. Babailerin Tanrı anlayışı, İslamiyeti yorumlayışı Sünni geleneğe göre oldukça farklıdır.
Babailer, İslamiyet içindeki hilafet olayında Ali tarafında yer almışlar, Allah-Muhammed-Ali üçlemesini öne çıkarmışlardır. Hatta bazı kaynaklarda “Ali Allah’tır”, “Enel Hak” gibi anlayışları savundukları da belirtilir.
Babailer, Sünni inanışın tüm ibadetlerine karşı çıkarlar. Namaz yerine halka namazını kılarlar, camiye değil tekkeye giderler. Ramazan orucunu tutmazlar. İçki (dem) içerler, kadınları hor görmezler. Halifeliğin, Ali soyuna verilmesini savunurlar. Ali sevgisi her şeyin başı sayılır. Babailer kızıl başlık, kara cübbe ve üstü açık ayakkabı giyerler.
Babai İsyanı, Anadolu halkını katmerli olarak sömüren, ezen ona yabancılaşan, Fars ve Arap etkisinde, Türkçe konuşmayı bile yasaklayan bir zulüm iktidarına karşı bir halk isyanıdır. Babai İsyanı’nın oluşmakta olduğu günlerde sultan olan 2. Gıyasettin Keykubat içki ve av partileri ile vakit geçirmektedir. Zaten sutanlığı da şaibelidir. Keyhüsrev, 1237 yılında kendi suç ortakları ile birlikte, babası 1. Alaaddin Keykubat’ı zehirleyip öldürterek Selçuklu tahtına geçmiş birisidir.
Kendi yönetimi sırasında iktisadi ve toplumsal düzen oldukça bozuktur. Köylü aç ve sefildir. Veziri Sadettin Köpek’in işlediği siyasi cinayetler ve gayri meşru faaliyetler halkın hayatını dayanılmaz hale getirmiştir.
Babai İsyanı 1239’da, işte bu koşullarda patlak vermiştir.
Güneydoğu Anadolu’da Hıristiyan desteği ile oldukça geniş bir alana yayılan isyan, Orta Anadolu’ya sıçradı. İsyanın merkezi ise Amasya’ydı.
Ayaklanma çok geniş bir kitlenin desteğini alır. Selçuklu ordusu birçok defa isyancıların üstüne gider. Ama her seferinde başarısız olur. Sonunda, 1240 yılında, isyanın başlamasından yaklaşık bir yıl sonra, Baba İshak Amasya’da yakalanıp idam edilir.
Selçuklu ordusunun, Fransız askerler yardımıyla bastırdığı ayaklanma sonucunda resmi kayıtlara 4 bin olarak geçen Türkmen kılıçtan geçirilerek öldürülür. (Kaynak: İbni Bibi).
Savaş sonunda kalan esirler, II. Gıyasettin Keyhüsrev’e sevk edilirken ganimetler de askerler arasında paylaşılır. 1000 kadar Türkmen esirin yer aldığı kitleyi ise, Selçuklu Sultanı darağaçları kurarak idam ettirir.
Böylece, aylar boyu süren ve Selçuklu Devletini şiddetli bir şekilde sarsan, hükümdara taç ve tahtından ümit kesecek kadar korkunç anlar yaşatan, kendisini başkentten kaçıran isyan bastırılır. Sultan, isyanın bastırıldığından, emin olduktan sonra Konya’ya döner ve tekrar içki alemli eğlenceli hayatına başlar.
Bu toplumsal başkaldırı yenilir. Ama Anadolu’da Babailer varlıklarını sürdürürler. İşte Hacı Bektaş Veli, bu ve buna benzer sosyal olayların yaşandığı bir Anadolu’ya gelmişti.

SORU 55: Osmanlı Padişahlarının Mensup Olduğu Tarikatleri BizeBildirir misiniz?
CEVAP:
1- Sultan Osmanı Gazi -Ahi Tarikatı
2- Sultan Orhan Gazi -Ahi tarikatı
3- Sultan Murad-ı Hüdavendigar -Ahi tarikatı
4- Sultan Yıldırım Bayezid -Zeyniyye tarikatı
5- Çelebi Sultan Mehmet -Zeyniyye tarikatı
6- Sultan İkinci Murat -Bayramiyye tarikatı
7- Sultan Fatih Mehmet -Bayramiyye tarikatı
8- Sultan Bayezıd Veli -Cemaliyye tarikatı
(Bektaşi olduğu da belirtiliyor)
9- Sultan Yavuz Selim -Sünbüliyye tarikatı
10- Sultan Kanuni Süleyman -Cemaliyye tarikatı
11- Sultan Sarı Selim -Halvetiyye tarikatı
12- Sultan Üçüncü Murat -Uşakiyye tarikatı
13- Sultan Üçüncü Mehmet -Halvetiyye tarikatı
14- Sultan Birinci Ahmet -Celvetiyye tarikatı
15- Sultan Birinci Mustafa -Celvetiyye tarikatı
16- Sultan Genç Osman -Celvetiyye tarikatı
17- Sultan Dördüncü Murad -Celvetiyye tarikatı
18- Sultan Birinci İbrahim -Halvetiyye tarikatı
19- Sultan Avcı Mehmet -Halvetiyye tarikatı
20- Sultan İkinci Süleyman -Halvetiyye tarikatı
21- Sultan İkinci Ahmet -Halvetiyye tarikatı
22- Sultan İkinci Mustafa -Halvetiyye tarikatı
23- Sultan Üçüncü Ahmet -Cerrahiyye tarikatı
24- Sultan Birinci Mahmut -Halvetiyye tarikatı
26- Sultan Üçüncü Mustafa -Cerrahiyye tarikatı
27- Sultan Birinci Abdülhamit -Nakşibendiyye tarikatı
28- Sultan Üçüncü Selim -Mevlevi tarikatı
29- Sultan Dördüncü Mustafa -Nakşibendiyye tarikatı
30- Sultan İkinci Mahmut -Cerrahiye tarikatı
31- Sultan Abdülmecit -Cerrahiyye tarikatı
32- Sultan Abdülaziz -Bektaşi tarikatı
33- Sultan Beşinci Murat -Bahaiyye tarikatı (Mason)
34- Sultan İkinci Abdülhamit -Şazeliyye tarikatı
35- Sultan Mehmet Reşat -Mevlevi tarikatı
36- Sultan Mehmet Vahdettin -

SORU 56: Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nın Başlangıcında HacıBektaş VeliDergahını Destek İçin Ziyaret Etti mi?
CEVAP: Mustafa Kemal, Anadolu’da Kurtuluş Savaşı’nı örgütlerken Alevilerin desteğini almadan edemeyeceğini biliyordu. Çünkü Anadolu Alevileri, Sünni bir İmparatorluk olan Osmanlı yönetimine karşı 700 yıldan beri muhalif idiler.
Osmanlı yönetimi, Anadolu Alevileri’nin gözünde hem Emevi-İslam geleneğini sürdüren bir yönetim, hem de kendilerine karşı yapılan toplumsal haksızlıkların kaynağı idi.
Son Osmanlı padişahı İngiliz Emperyalizmi ile işbirliği yapmış, işgal kuvvetleri İstanbul’a ve Anadolu’ya ancak böyle çıkabilmişti. Bu nedenle Emperyalizme karşı savaş, işbirlikçi Osmanlı padişahına ve İslam hilafetine karşı ayaklanmadan geçiyordu. Ne var ki böyle bir durumda Müslüman-Sünni halk padişahına, dinine, halifesine karşı asla başkaldıramazdı. Bu, günahtı. Bu, işlenecek en büyük suçtu. Bu yüzden, İstanbul ve Anadolu’nun Müslüman-Sünni halkı öncelikle padişahın yanında yer almıştı.
Aleviler ise, 700 yıldan beri bu yönetime karşı mücadele veriyorlardı. Bu nedenle padişaha, hilafete ve Emperyalizme karşı savaşa girecek olan Mustafa Kemal ve kadrosu için en doğal güç, Rumeli ve Anadolu’daki Alevi halk idi. Milli kurtuluşçular ile Alevilerin düşmanı ortak idi.
O halde, Atatürk bu önemli gücü yanına almadan Kurtuluş Savaşı’na girişemezdi. Nitekim o da öyle yaptı. Erzurum -Sivas kongreleri dönüşü daha Ankara’ya gelmeden, 19 Aralık 1919 tarihinde Kayseri’den Hacıbektaş Dergahı’na gitmeye karar verdi. Atatürk sayıları milyonları bulan bu kitleyi kazanmak istiyordu. Zaten, Sivas Kongresi’nde Alevi ileri gelenleri de Atatürk’ün yanıbaşında oturuyordu.
Hacıbektaş’ta o sırada postnişin Cemalettin Efendi idi. Enver B. Şapelyo; “Anadolu’da sayıları altı milyonu bulan Aleviler’in en büyükleri Cemalettin Efendi ile baba postundaki Salih Niyazi Baba idi. Anadolu Alevileri bunların buyruğundan çıkmazdı.” diyor.
Atatürk 22 Aralık 1919 günü Mucur’a gelerek geceyi burada geçirir, ertesi sabah Hacı Bektaş’a hareket eder.
Çelebi Cemalettin Efendi, Atatürk’ü Beş Taşlar denilen yerde karşılar. Buraya siyah kupa bir araba ile gelen Cemalettin Efendi Atatürk’ü alarak bu arabayla konağa gelirler.
Bu karşılama çok önemli bir olaydır. Daha önceleri, bir zamanların Ankara Valisi Sırrı Paşa, Hacı Bektaş’a ziyarete geldiği zaman Beş Taşlar mevkiine kadar arabası ile gelir, orada arabasından inip, yeri niyaz ettikten sonra yürüyerek Hacıbektaş’a ulaşırmış. Gene İttihatçı Talat ve Enver Paşalar iktidara geldikten sonra Hacıbektaş’ı ziyaret ettikleri zaman, Çelebi bu iki devlet adamını, ancak dergahın selamlığında karşılamıştır. Onlardan önce de Sadrazam Talat Paşa ve harbiye Nazırı Enver Paşa’nın Hacıbektaş’ı ziyaret ettikleri hatırlanırsa, Anadolu Alevilerinin Meşrutiyetçiler için ne kadar önemli olduğu anlaşılır.
Ancak bu ziyaretlerin öncesi de vardır.
Meşrutiyet Padişahı, Sultan Mehmet Paşa tahta çıkınca, Hacıbektaş Çelebisi, Cemalettin Efendi Padişahı ziyaret eder, hediyeler götürür. Arkasından I. Dünya Savaşı’nda, Bektaşi Alayları kurulur. 1915 yılında Çelebi Cemalettin Efendi bu alay ile Kafkas cephesine gidip savaşa katılır.
Atatürk, Hacıbektaş’ta bir gece kalır. Çelebi Cemalettin Efendi, onu harem dairesinde misafir eder. Yenilip içilir, 24 Aralık 1919 Cuma günü de Hacı Bektaş Veli Türbesi ziyaret edilir. Daha sonra baba postunda oturan Niyazi Baba’nın ziyaretine gidilir.
Atatürk, Çelebi Cemalettin Efendi ve Salih Niyazi Baba ile uzun süren özel bir görüşme yapar. Bu üç kişi dışında kimse bu toplantıda bulunmaz. Bu görüşmede neler konuşulduğu bugün de bilinmemektedir. Bilinen, bu görüşmeden sonra, Çelebi’nin ve Niyazi Baba’nın Atatürk’e destek sözü vermeleridir. Böylece Aleviler, Kurtuluş Savaşı’nda Atatürk’ün en kararlı ve istekli gücünü oluştururlar.
23 Nisan 1920’de TBMM açıldığıda, Çelebi Cemalettin Efendi Kırşehir mebusu ve TBMM başkan vekili olarak mecliste yer alır.
1922 yılında vefat edince yerine kardeşi, Veliyettin Efendi Çelebi olur. İkinci TBMM’nin açılışı sırasında Alevileri Cumhuriyet hükümetini desteklemeye çağıran şu bildirideki imza, Çelebi Veliyettin Efendi’ye aittir:
“Anadolu’da bulunan ecdadım Hacı Bektaş Veli Hazretleri’ne samimi muhabbeti olan bilcümle muhibban ve hanedan tarafı halisanelerine:
Bu milleti ihya ile istiklalimizi temin eden vücudu alilei kaffei İslamiyana bais şeref olan Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi celili (Gazi) namdar Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’nin neşir buyurdukları beyannameleri cümlenizin malumudur.
Gazi Paşa müşarileyhin terakki ve tealii vatan hakkındaki her türlü arzularını yerine getirmek bizlere farzı ayındır. Milletimizi kurtaracak, saadetimizi temin edecek, O’nun efkarı saibaneleridir. Bunu inkar edenlerin bizimle katiyen münasebeti yoktur. Tarikati aliyemizin bütün mensubinine müşarülileyh hazretlerinin gösterdiği namzetlerden maadasına rey vermemelerini vatanımızın kurtulması bu veçhile kabil olduğunu sizlere kemali ehemmiyetle tavsiye ederim. Bu nasihatimi amil olmayanlar bizden değildir. Hak erenler onlara deste gir olmaz. Tekrar beyan eylerim ki, bu milleti kurtaracak ancak (Gazi Mustafa Kemal Paşa)’dır. Onunla beraber mukaddes vatanımızın has evlatlarıdır. Hiçbir ferdin sözünü dinlemeyiniz, sözümden zerre kadar harice çıkmayınız. Sizin saadetinizi düşünenler, sizi kölelikten kurtaracak Büyük Millet Meclisi Reisi ve cümlemizin büyüğü Mustafa Kemal Paşa Hazretleridir.

SORU 57: Atatürk’ün Alevi Olduğu’da SöylenirBu Doğru mudur?
CEVAP: Atatürk, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra kurulan meclise Alevi ileri gelenlerin girmesini sağlamıştır. Dersim (Tunceli) mebusu Diyab Ağa ve Hasan Hayri Bey bunlar arasındadır.
Alevi mebuslar, mecliste Atatürk’ün en büyük destekleyicisi olmuşlardır. Özellikle hilafetin kaldırılması tartışmalarında çok yararlılıkları görülmüştür.
Aleviler Atatürk’ü Cumhuriyet yönetimini ve özellikle laikliği her zaman canla başla savunmuşlar. Çünkü, 700 yıllık Osmanlı yönetimi onlara sürekli kuşku ile bakmış, onları her türlü kötülüğün kaynağı saymış, din ve hilafetin düşmanı kabul etmiştir.
Cumhuriyet yönetimi onları anlamaya ve kazanmaya çalışan, onları insan yerine koyan ilk rejimdir. Bu rejim din ve düşüncelerinden dolayı onlara baskı yapmıyor, dinsel inançlarında onları kısmen özgür bırakıyordu. Bu; inançları yüzünden asırlardır olmadık işkence ve baskılara uğrayan bir kitle için çok önemli bir olaydır. Alevilerin, Atatürk’ün de Bektaşi olduğuna inanmalarında bütün bu gelişmelerin kuşkusuz büyük bir payı vardır. Bunun dışında Atatürk’ün Bektaşiliğine ilişkin olarak öne sürülebilecek kanıtlar sınırlıdır. Atatürk Bektaşi dergahlarının etkinlik alanları arasında yer alan Selanik’te doğmuştur. Babası Ali Rıza Bey’in de Bektaşi olduğu söylenir.
Aleviler arasında Atatürk’ün Bektaşiliğine ilişkin olarak öne sürülen en önemli belgelerden biri de, Atatürk’ün bir Alevi dededen bahsederken (Kazım Dede) onu çok saydığını, asla kıramayacağını söylediği Nutuk’tur.
Atatürk ister Bektaşi olsun, ister olmasın, din ve düşünce özgürlüğüne ilişkin anlayışı ve yaptıkları ile Alevilerin desteğini kazandığı kesindir.
Aleviler, 700 yıllık Osmanlı yöneticilerinden görmedikleri insanlığı ve hoşgörüyü Atatürk’ten görmüş olmalarını başka bir şeyle açıklayamadıkları için “O da bizdendir” diyerek açıklamak istemiş olabilirler.

SORU 58: Cumhuriyet Dönemini Aleviler Açısından Kısaca Değerlendirebilir misiniz?
CEVAP: Cumhuriyet yönetiminin bu olumlu tutumuna karşı Aleviler kendilerine sunulan yeni olanaklardan yeteri kadar faydalanamamışlardır. Çünkü Aleviler, Cumhuriyet’e kadar ülkenin en uzak, verimsiz dağ köylerinde, mezralarda, komlarda yaşamaya mecbur bırakılmışlardır. Dünya ile fazla ilişkileri yoktu. Kapalı bir ekonomide yaşam kavgası veriyorlardı. İçlerinde okuma-yazma bilen, ticaret yapan yok denecek kadar azdı. Böyle olunca, Cumhuriyet yönetimi olanak tanıdığı halde merkezi yapıda yeralamadılar ve büyük tarihi fırsatı değerlendiremediler. Merkez-çevre ilişkisinde çevrede kalmaya devam ettiler.
Cumhuriyet’in kurulduğu yıllarda Alevi nüfus toplam nüfusun tahminen yüzde 20-25’ini oluşturuyordu. Yani çoğunluk Müslüman-Sünni idi. Üstelik bunlar şehirde yaşıyordu. Osmanlı artıkları yönetimin her yanına sızmıştı. Cumhuriyet yönetiminin kendi kadrolarını yetiştirmek için zamana ihtiyacı vardı. İşte, “Tek Parti Dönemi” bu mücadelelerle geçti.
Atatürk, laiklik ile din ve devlet işlerini ayırmıştı. Herkes dini inancında serbestti. Ama buna karşılık camiler Cumhuriyet yönetimine karşı muhalefeti örgütlüyordu.
Aleviler, bu ortamdan yararlanarak şehir merkezlerinde yer almaya çalıştılar. Bir yandan da çocuklarını okullara gönderip eğitmek istiyorlardı. Ama caminin ve eski düzen artıklarının saldırıları bir türlü kesilmek bilmiyordu.
Aleviler, Cumhuriyet yönetiminden çok şey bekliyorlardı. Ama bunlar gerçekleşmedi. Tek Parti Yönetimi’nin jandarma dipçiği en çok köylüleri hedef alıyordu. Aleviler ise esas olarak köylü idiler. Yaşanan şartları Aleviler’in nesnel değerlendirdiklerini söylemek oldukça güç. Çünkü, Alevilerdeki Osmanlı karşıtlığı üstü kapalı da olsa, merkezi otoriteye karşıtlık şeklinde devam ediyordu. Bu özellik ise bazı güçler tarafından kullanılmaya açıktı. “Dersim Olayı” bunların en büyüğü ve en kanlı bir şekilde bastırılanı oldu.
Aleviler, köylü, ortakçı, yarıcı, maraba ve ırgat olmaları dolayısıyla feodal ağaların, Alevi olmalarından dolayı da Osmanlı kalıntısı merkezi ve mahalli otoritelerin baskısı altında idiler.
Atatürk’ün ölümünden sonra bu çelişkiler daha da arttı.
Bazı Alevilerin 1950’de iktidara ezici bir çoğunlukla gelen Demokrat Parti’yi desteklemelerinin arkasında Alevi kitlenin tek parti yönetimine karşı duyduğu hoşnutsuzluk da vardı.
Ama DP’ye destek kısa sürer. Bu partinin özellikle ezanın Türkçe okunmasını camilerde yasakla***** gene Arapça’ya dönme kararı alması ve çeşitli alanlardaki antidemokratik uygulamaları Aleviler’in tepkisini toplar.
1960’da yapılan 27 Mayıs İhtilali’ni Aleviler heyecanla ve blok olarak desteklerler. Bu ortak tutum 1960 Anayasası’nı destekleme konusunda da sürer.
1960 Anayasası; çağdaş demokratik hak ve özgürlükler açısından Türk siyasal yaşamında bir dönüm noktasıdır. 1960 Anayasası’nın sağladığı özgürlük havasından en çok Aleviler memnun olmuştur. Özellikle düşünce ve din özgürlüğünün Anayasa’nın 19. maddesinde açıkça yer alması, bir anayasal hak haline gelmesi Aleviler’in en çok desteklediği noktalardan biriydi.
Bu dönemde Türkiye İşçi Partisi kuruldu, sosyalist ve diğer ilerici yayınlar çoğaldı. 1965’te TİP’in Parlamento’da 15 milletvekili ile temsil edilmesinde en önemli rolü Alevi kitle oynadı.
1950’li ve 1960’lı yıllar Türkiye’de kapitalist gelişmenin sıçrama yaptığı yıllardır (DP iktidarı, Marshall yardımı, yabancı sermayenin ülkeye girişi vb.) Bu sıçramada ülkeye pompalanan yabancı sermaye başı çekiyordu ama, ülke içinde de ciddi bir sermaye birikimi oluşmaktaydı. Bu yıllarda içe kapalı ekonomi kabuğunu çatlatmış, pazar ekonomisi gelişmeye başlamıştır.
Bu genel yapı değişimi, Alevileri de dalgaları arasına alıyordu. Aleviler şehirlere göç etmeye başladılar. Dünkü dağ köylerinde, mezra ve komlarda yaşayan ve kendi kendine yeten kapalı aile ekonomisi yaşayan Alevi köyleri yavaş yavaş pazara açılmışlar, pazar için üretmeye başlamışlardır. Bu, küçük de olsa ticareti geliştirmiş ve bir sermaye birikimi sağlamıştır.
Anadolu şehir ve kasabalarında yavaş yavaş Alevi bakkal, kahve sahibi, manav vb. gibi küçük esnafın görülmesi bu döneme rastlar.
Daha önce tamamen Sünnilerin hakim olduğu kasaba ve şehir pazarları Alevilerin de söz sahibi olmaya başladığı ve rekabetin filizlendiği alanlar haline gelmiştir.
Gene 1960’lı yıllar Alevilerin okumuş kesiminin bürokrasi içinde yer almaya başladığı yıllardır.
Aynı yıllar Türkiye’den; önce B. Almanya’ya daha sonra Belçika, Hollanda ve diğer Batı Avrupa ülkelerine işçi göçünün, “İşçi ihracatının” başladığı yıllardır. Bu göçe ilk katılan kitle ise daha çok Alevi köylüleridir.
1960’larda Avrupa’ya giden köylüler 1970’lerde yaptıkları küçük tasarruflarla Türkiye’de müteşebbis olmaya başladılar.
Kendi iç dinamizmi ile gelişen Alevi sermayesinin Avrupa’da çalışan Alevi işçilerin dövizleri ile desteklenmesi ve Anadolu’da hakim Sünni pazara girmesi pazar rekabetini hızlandırdı.
Bu örnek özellikle; Sivas, Çorum, Tokat, Amasya, Yozgat, Kars, Malatya, Erzincan, Maraş, Elazığ, Antep gibi Aleviler’le Sünniler’in karışık olarak yaşadığı illerde çok açık olarak görülür. Aynı yörelerde Milliyetçi Hareket Partisi’nin de hızla gelişmesi ve diğer sağ partilerin tabanını ele geçirmesi, daha sonra buralarda Alevi-Sünni çatışmaları çıkararak Alevi esnafın dükkan, ev ve işyerlerine saldırılar örgütlemesi anlamlıdır.
Alevi esnafın ev ve işyerlerini tahrip girişimi MHP önderliğinde 1974 yılında başlar. Erzincan, Sivas, Malatya, Tokat olayları ile tırmanır ve 1978’de Çorum ve Maraş olayları ile zirveye çıkar. Maraş olaylarında camilerden çıkanlar Alevi mahallelerine, ev ve işyerlerine organize saldırılar düzenleyerek kitle katliamına girişirler. Olaylar sonucuda resmi verilere göre 110 insan ölür, yüzlerce insan yaralanır ve binlerce insan tutuklanır. Bu olayı sıkıyönetim uygulaması, onu da 12 Eylül askeri müdahalesi izler ve partili siyasal yaşama son verilerek on binlerce insan cezaevlerini boylar..

SORU 59: Aleviler ile Kürtler Arasındaki İlişkiyi KısacaAçıklar mısınız?
CEVAP: Türkiye’de Alevilik konusunda sosyal bilim alanında yapılacak herhangi bir çalışma onun Kürt sorunu ile ilişkisine eğilmezse havanda su dövmüş olur. Bazı olayları sosyolojik olarak görmek gerekir.
Alevilik, Bektaşilik, Hacı Bektaş Veli, Ehlibeyt, Kerbela, Pir Sultan Abdal vb. bunlar birçok yönleriyle biliniyor. Ama bir de Aleviler’in önemli bir kesiminin konuştuğu Zazaca yada Kürtçe meselesi var. Bazı sosyal bilimciler bu dile Kürtçe, Zazaca vs. diyor. Bu dil adına Batılı müttefiklerimiz; ABD, Fransa, İngiltere, İsviçre vs. üniversitelerine bağlı enstitüler kuruyorlar. Dili ve kültürü yaşatmaya çalışıyorlar.
Artık bugün yanıbaşımızda hükümet içinde ve dışında ana dili Kürtçe olan bakanlar, milletvekilleri, holding ve şirket sahibi işadamlarımız var.
Şimdi gelelim Alevi sorunu ile Kürt sorunu arasındaki sosyolojik ilişkiye.
Türkiye’deki Aleviler Kürt değil. Kürtçe yada Zazaca konuşan Aleviler ise, sonradan Kürtleşen Alevi Türklerdir. TıpkıKürtleşen Sünni Türkler olan Karakeçililer gibi.
Anadolu’da tarihsel süreç içinde önceden Türk olup Kürtleşen Aleviler olduğu gibi, önceden Kürt olup asimile olan ve Türkleşen Kürtler de vardır.
Alevilik bir dinsel ayrım iken Kürtlük bir etnik ayrımdır. Irka dayalı bir ayrımdır. Milliyet ayrımıdır. Türkiye’de Alevi ve Türk olan kesim daha çok Çorum, Amasya, Tokat, Yozgat civarında yaşamaktadır. Buna karşılık Kürtçe yada Zazaca konuşan kesim ise Sivas, Erzincan, Tunceli, Elazığ, Malatya, Maraş ve çevresinde yaşayan Alevi’lerdir.
Bu konuda, farklı iddialarda bulunan tarihçi ve sosyal bilimcilerimiz de vardır. Mesela, kendisi de Alevi ve aşiret reisi olan Şerif Fırat, Doğu İlleri ve Varto Tarihi adlı kitabında Alevilerin Türk olduğunu iddia ediyor.
Sosyal bilimci Dr. İsmail Beşikçi ise Alevileri, ana dillerine göre Türk ve Kürt olarak ikiye ayırıyor. Beşikçi, bu çerçevede Doğu Alevilerini “Kürt” olarak niteliyor.
Bir kısım araştırmacı ise, uzun yıllar aynı coğrafi bölgeyi ve aynı tarihsel koşulları paylaştıkları için Alevilik ve Kürtlük-Türklük olayının karıştığını söylüyorlar. Doğu Anadolu’da, Osmanlı’ya karşı etnik muhalefet ile dinsel muhalefetin tarihsel kader birliği oluşturması nedeniyle iç içe girdiğini savunuyorlar. Böylece, sonuçta bir kısım Alevinin bu yakınlıktan dolayı Kürtleştiğini ve bir kısım Kürdün de Alevileştiğini iddia ediyorlar.
Araştırmacı Doğan Avcıoğlu Kürt-İslam ilişkisini;
“Hıristiyan Anadolu’da Selçuklular ve daha sonra Osmanlılar diye bir İslam devleti kurulur. Bu yeni toplum biçimlenirken İslam-Türk öğeyi de belirtmek gerekir”.
diye özetledikten sonra şöyle devam ediyor:
“Türklerin yanı sıra, İranlılar gibi Kürtler de Anadolu’nun İslamlaşmasına katkıda bulunurlar.”
Burada Anadolu’nun İslamlaşmasında Kürtlerin varlığını kabul etmemek mümkün değildir. İslamiyet içindeki bölünme ve hilafet meselesi Anadolu’da da yaşandığına göre, Anadolu’da yaşayan eski halklardan olan Kürtlerin de İslamiyet içindeki bölünmelerde yer alması ve taraf tutması mümkündür. Bu saflaşmada Hanefi Kürtlerin olması ne kadar normal ise diğer mezhep ve tarikatlere mensup Kürtlerin bulunması da o kadar normaldir.
Avcıoğlu bu konuda şöyle yazıyor:
“Güneydoğu Anadolu, Safevilerin elinde kalsa idi, Türkçe orada rakipsiz bir dil olurdu. Bölge Türkleşirdi. Osmanlı’da bu tersi oldu. Şah İsmail’in peşindeki Kızılbaş Türkmene karşı, Osmanlı çoğu Sünni ve Şafii olan Kürt beylerini tutmuştur.”
Yani Avcıoğlu, Güneydoğu Anadolu’nun Kürtleşmesinin sorumluluğunu Osmanlı’ya yüklüyor.
Alevilik ise, Kürt kökenli değildir. Türkçe kökenlidir. Çünkü Aleviliğin kurucusu olarak kabul edilen Hacı Bektaş Veli, Türk’tür. Türkçe konuşup yazmıştır. Pir Sultan Abdal, Şah İsmail, Yunus Emre, Fuzuli gibi önemli Alevi düşünür ve dava adamları Türkçe yazmış ve konuşmuşlardır. Bugüne kadar hiçbir klasik Alevi düşünürünün Kürtçe konuşup yazdığına tanık olunmamıştır. Kürtçe yada Zazaca konuşulan Doğu Anadolu’nun bazı yörelerindeki, Alevi Cem ayinlerinde söylenen deyişlerin Türkçe okunmasının kaynağı da bu olsa gerekir.
Zaten Osmanlı’nın Fars ve Arap etkisinde kalarak Türklere yabancılaştığı dönemde, bu etki sonucu ortaya çıkan Osmanlıcaya karşı Türkçeyi yaşatma mücadelesini Alevi ozan ve düşünürleri vermiştir.
Avcıoğlu, araştırmasının bir yerinde şöyle diyor:
“Osmanlı, Kürdistan adını verdiği bölgede devletin temel dayanağı olan Tımar sistemini uygulamaz. Devletin yönetimini bölgede, yönetimin babadan oğula geçtiği Kürt beylerine bırakır. Bölgede bulunan Türkmenlerin önemli bir bölümü dillerini unutur ve Kürt kabilelerine karışır.”
Ziya Gökalp buna örnek olarak, Viranşehir’deki Karakeçili aşiretini verir. Aynı aşiretin Ege’deki kısmı ise, tamamen Türkçe konuşur.
Bu olaylar, bu konuda çok katı tezler ileri sürmenin mümkün olmadığını gösteriyor.
Tunceli Zaza’larının Cem ayinlerinde deyişlerini Türkçe söylemeleri gibi, Tunceli ve Erzincan civarındaki yaşlıların çocukları ile tartışmalarında, hem de Kürtçe olarak “Esas Türk biziz, diğerleri sonradan Türk olmuşlardır. Onlar kılıç korkusundan Türk olmuşlardır. Bizim ecdadımız Horasan Türkleridir” demeleri de oldukça anlamlıdır.
Bu durum toplumsal harman olma olayını çok güzel ortaya koyuyor. Bugün ise Alevilik-Sünnilik, Kürtlük-Türklük birer kültür olayından ibarettir. Kültürün iyisi kötüsü, ilerisi gerisi olmayacağına göre tüm Anadolu kültürlerine bizim kültürümüz gözü ile bakmak gerekir.
Bugün Türkiye’de sadece Türklerin yaşamadığını biliyoruz. Geçmişimiz birçok medeniyete beşiklik etmiştir. Anadolu’nun 10 bin yıllık bir medeniyet tarihi vardır. Türkler Anadolu’ya 1071’de geldiğine göre bu topraklarda 900 yıllık bir maziye sahipler demektir. Anadolu yarımadası tarih ve farklı medeniyetler açısından adeta bir açık hava müzesidir.
Türkler Anadolu’ya geldiklerinde ise, buranın boş olmadığı bilinen gerçeklerdendir. Var olan halklar da daha sonra yok olmadıklarına göre, sürekli birbirine karışarak, kaynaşarak günümüze gelmişlerdir.
Şöyle birazcık zihnimizi zorladığımızda bu anda yanyana yaşadığımız birçok halkın adını sayabiliriz; Türk, Kürt, Çerkes, Arap, Süryani, Ermeni, Rum, Gürcü, Tatar, Azeri, Terekeme, Pomak, Karapapak, Kıpti, Makedon, Fellah, Laz, Arnavut, Boşnak vs.

SORU 60: AlevilerKürt mü? Türk mü? Kısaca Açıklar mısınız?
CEVAP: Alevilik bir dinsel ayrımdır. İslamiyet’in farklı bir yorum biçimidir. Nasıl ki Hıristiyanlıkta, Musevilikte farklı yorumlar var ise, son tek Tanrılı din olarak kabul edilen İslamiyet içinde de farklı yorumların olması bir kaçınılmazlıktır.
Din sosyolojisi açısından bakıldığında İslamiyet’in Hanefi, Şafii, Şii yorumunu nasıl ki kabul eden Türk’e, Kürd’e, Çerkez’e, Gürcü’ye, Arab’a rastlamak olası ise, Aleviliği de kabul eden Türk’e, Kürd’e, Arnavut’a, Arab’a rastlamak olasıdır.
Ama sosyolojik olarak bu olasılıklar olmasına karşın tarihsel olarak durum daha farklı gelişmiştir. Örneğin; sosyolojik olarak mümkün olmasına karşın tarihsel olarak nerede ise; Çerkes veya Gürcü Aleviye rastlamak olası değildir.
Aleviliğin etnik kimliği ile Aleviler’in etnik kimliği terimi farklıdır. Aleviliğin etnik kimliği demek daha farklı bir anlam içerir. Burada söz konusu edilen Türkiye’de yaşayan Aleviler’in Etnik Kimliği’nin ne olduğudur. Daha doğrusu Alevi olup Kürtçe ya da Zazaca konuşan Aleviler’in ısrarla kendilerini Türk olarak ifade etmelerinin sebebi nedir? Amaç bunu irdelemek. Gerçeği bulmaktır.
Türkler, İslamiyet’i doğuşundan yaklaşık 300 yıl sonra Türkistan’ı fethe gelen Arap orduları ile tanımışlardır. Bu fethe çok direnmişler, sonuçta da çok kan dökülmüştür. Kabul ettiklerinde ise İslam içindeki Emevi Müslümanlığını değil, Ehlibeyt yandaşlığını seçmişlerdir.
Orta Asya’da, Yusuf Hemedani, Ahmet Yesevi, Lokman Parende ve Hacı Bektaş Veli İslamiyet’i Türk sufiliği ile bütünleştirmişlerdir. İslamiyet’i Türkçe konuşturmuşlardır.
Anayurt’tan Anadolu’ya bu maya Yesevi dervişleri ile gelmiştir. Anadolu’da kurulan birçok beyliğin ve Osmanlı’nın kuruluşunda bu maya vardır. Osmanlı’da yönetime dönme-devşirme kuşağının hakim olmasına dek bu durum böyle devam etmiştir.
Kürtçe ya da Zazaca konuşan Aleviler’in ortaya çıkması Kürtler’in veya Zazalar’ın Aleviliği benimsemesi sonucu oluşmamıştır. Bu olasılık din sosyolojisi açısından mümkün olmasına karşın Osmanlı tarihinin gelişim seyri açısından mümkün gözükmüyor. Kürtler’in Aleviliği benimsemesini iddia etmek Osmanlı tarihini bilmemektir. Çünkü Osmanlı; Fatih döneminde başlayan Yavuz ve Kanuni döneminde daha yoğunlaşan bir ölçüde Türkmen karşıtıdır. Türkmenler’de Alevi olmaları nedeniyle Osmanlı Alevi karşıtıdır. Kürtler ise o yıllarda Osmanlı tarafından korunan, kollanan adeta Osmanlı’nın vurucu gücüdür.
1516-1517 Çaldıran Savaşı’na dek Erzincan, Erzurum, Diyarbakır valileri Erdebil Dergahı tarafından atanırmış. Yani Türkmen Safevi Devleti bu bölgelerin valilerini atarmış. O yıllarda bugünkü Doğu ve Güney Doğu Anadolu’ya Türkmen egemenmiş. O bölgeyi Osmanlı Kürtleştirmiş. Bakın konu ile ilgili “Türklerin Tarihi” ve “Milli Kurtuluş Tarihi” kitaplarının yazarı değerli araştırmacı Doğan Avcıoğlu ne yazıyor:
“Güneydoğu Anadolu, Safeviler’in elinde kalsa idi, Türkçe orada rakipsiz bir dil olurdu. Bölge Türkleşirdi. Osmanlı’da bu ters oldu. Şah İsmail’in peşindeki Kızılbaş Türkmen’e karşı, Osmanlı çoğu Sünni ve Şafi olan Kürt beylerini tutmuştur.”
Orta Anadolu’da yaşayan Türkmenler Osmanlı zulmünden canlarını kurtarmak için kuş uçmaz, kervan geçmez dağ başlarına kaçmışlardır. Çünkü Osmanlı’nın gözünde Türkmen potansiyel suçlu idi. Bakın Osmanlı’nın sürgün politikası ile ilgili iktisat tarihçisi Ord. Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan nasıl bir tespit yapmış:
“Osmanlı İmparatorluğu’nda çeşitli tarihlerde iskan amacı ile v.s. sürgün edilen kitlenin çoğunu adi suçlular teşkil ediyordu. Kızılbaşlık da bu adi suçlar arasında sayılıp sürgün nedeni oluyor.”
Osmanlı arşivi Ord. Prof. Dr. Barkan’ın tespitini doğrulayacak binlerce belge ile doludur. Bu yıllarda Türkmen ve Alevi olmak sürgün ve “katli vacip” nedeni oluştururken Kürtler imtiyazlı toplumsal kesimi oluşturuyor. Kürtlerin böyle bir durumda Aleviliği benimsemeleri olasılık dışıdır. Bırakalım Kürtlerin Aleviliği benimsemesini iktidar mezhebi olduğu halde daha ılımlı İslamı temsil eden Hanefiliği bile Kürtler benimsememişlerdir. Kürt olup Hanefi olan azınlık kesim ise, Kürtleşen Türkmenlerdir. Kendinden biraz daha liberal bir İslam yanlısı olan Hanefiliği bile benimsemekte zorlanan Şafii Kürt anlayışın Aleviliği benimsediğini iddia etmek ne denli gerçeği ifade edebilir. İşte Doğan Avcıoğlu’nun tesbiti:
“Osmanlı, Kürdistan adını verdiği bölgede devletin temel dayanağı olan TIMAR sistemini uygulamaz. Devletin yönetimini bölgede, yönetim babadan oğula geçtiği KÜRT beylerine bırakır. Bölgede bulunan Türkmenler’in önemli bir bölümü dillerini unutur ve Kürt kabilelerine karışır.”
Avcıoğlu’nun tesbit yaptığı yıllar 1500’li yıllardır. Bu yıllarda o bölgede Türkmenler Kürt kabilelerine karışınca birkaç jenerasyon sonra tamamen dillerini unutup Kürtleşebilirler. Nitekim Orta Asya’dan gelen bazı Türkmen aşiretleri uzun yıllar sonra bölgede Kürtleşmişlerdir. Karakeçili Aşireti, Türkan Aşireti v.s.
İşte Alevi Türkmenler’in Kürtçe veya Zazaca bilmesinin kaynağı Osmanlı’nın Türkmen politikasında yatmaktadır. Osmanlı’nın sürgünler sonucu Kürt bölgesine sürdüğü Türkmenler süreç içinde Kürtçe öğrenmiş ve Kürtleşmişlerdir. Bugün Kürtçe bilmesine ve konuşmasına karşın Aleviler’in ısrarla biz Türküz demelerinin sebebi budur.
Türkiye’de yaşayan Aleviler’in ezici bir çoğunluğu Türkmen’dir. Kürtçe veya Zazaca bilenler bu dili sonradan öğrenmişlerdir. Bunlar aslen Türkmen’dir.
İngilizce, Almanca, Arapça, Rusça bilen ama ana dilini az bilen bir Türk’e; İngiliz, Alman v.s. diyemeyeceğimiz gibi, Kürtçe bilen ama kendi dilini az bilen hatta zor konuşan Alevi Türkmen’e de Kürt, Zaza v.s. diyemeyiz.
Bilge Kağan bile, Türkler’in Çinlileşmesi ile ilgili olarak yüzyıllar önce, “... Türk beğleri Çinli adları almaya başladılar...” diyor.
SORU 61: Aleviler’de Kırklar Cemi Nedir?
CEVAP: Kırklar Cemi, AleviBektaşi ibadetinin esası olarak kabul edilen Cem ve Semah dönmenin mitolojik kaynağı varsayılmaktadır. Bu efsanevi anlatım; katı, kuralcı, şekilci ibadet biçimi olan İslamın Sünni (Hanefi, Şafii v.s.) yorumuna karşı alternatif bir ibadet biçimidir. Anlatımda geçen birçok öğe ve verilen mesaj Alevi dünya görüşünün kaynağı sayılır.
“BİRİMİZ KIRK, KIRKIMIZ
BİRDİR BİZİM…”
Kaynaklara göre, “Hz. Muhammed, atı Burak ile bir gece Mirac’a çıkar. Cenab-ı Hak ile 90 bin kelam konuşur. Bunun 30 bini sırrı hakikat olup Hz. Ali’de kalır.
Miraç’ta Hz. Muhammed’e; süt, bal, ve elma verildiği rivayet edilir. Bal aşka, süt sevgiye, elma ise dostluğa işaret eder. Muhammed, Mirac’a çıkarken yoluna bir kükremiş aslan çıkar. Aslan yolunu keser. Gaîpten bir ses (nida) gelir. “Parmağındaki yüzüğü aslanın ağzına atması” istenir. Muhammed böyle yapar aslan sakinleşir, yoluna devam eder. Muhammed, Cenab-ı Hak ile görüştükten sonra şehre döner. Yolda bir dergâha rastlar. Merak edip gidip kapısını çalar.
İçerdeki ses; “Kimsiniz?” der. Muhammed ise; “Ben peygamberim içeriye girmek istiyorum” der. Kapı açılmadan içerden gelen ses; “Peygamberliğini git ümmetine yap. Bizim aramıza peygamber sığmaz” der. Hz. Muhammed kapıdan ayrılıp yürümeye başlayınca gaipten gelen ses ayrılmamasını kapıyı yeniden çalmasını ama yanıtı farklı vermesini söyler. Muhammed yine kapıyı çalar: İçerden yine; “Kimsiniz” diye sorulur. Bu kez Hz. Muhammed; “Ben de sizden biriyim. Bir insanım. Sizi görmek istedim” der. Bu yanıttan sonra kapı açılır. Muhammed içeri alınır. İçerden “Hoşgeldin sefa getirdin, uğur getirdin” diyerek karşılarlar.
Hz. Muhammed içerde oluşmuş bir meclis görür. Hatta sayımını da içinden yapar. Tam 39 kişi vardır. Üstelik bu meclis kadın ve erkeklerden oluşmuştur. Bunların 22’si erkek 17’si kadındır. Muhammed’e yer gösterilir. O’da gösterilen yere oturur. Hz. Ali’de meclistedir. Muhammed tesadüfen Ali’nin yanına oturur. Ve Hz. Muhammed sorar.
“Size kimler denir?” der.
“Bize Kırklar denir” diye yanıt alır.
“Ama burada 39 kişi saydım” der.
“Selman-ıPak Can Parstadır” denir.
“Peki sizin ulunuz, büyüğünüz, küçüğünüz kim” diye sorar Hz. Muhammed. Gelen yanıt şöyle olur: “Bizim küçüğümüz, büyüğümüz yoktur. Küçüğümüz de uludur, büyüğümüz de uludur. Birimiz kırkımız, kırkımız birimizdir” denir. Bunun üstüne Muhammed meclisten bunu kendilerine kanıtlamalarını söyler.
O sırada Ali kolunu uzatır ve gömleğini sıyırır. İçlerinden biri “destur” diyerek bıçağın ucu ile kolunu hafif kanatır. Kolundan bir damla kan akar. Bunu, her canın kolundan birer damla kanın gelmesi izler. 40. canın bir damla kanı da pencereden içeri gelir. Bu ise Selman-ıPak’ın kanıdır. Sonra Hz. Ali kolunu bağlar, hepsinin kanaması durur.
Selman-ıPak, Parstan dönüşte bir üzüm tanesi getirir. O’nu Hz. Muhammed’e verir ve bölüştürmesini ister. Muhammed verilen kapta üzüm tanesini ezer, çıkan dem meclisteki kadın-erkek canlara dağıtılır. Kırklar üzüm suyunu içerler. Hep birlikte mest olurlar. “Ya Allah” deyip semah dönerler. Hz. Muhammed’de onlara katılır.
Büyük bir coşku ile vecd halinde semah dönülürken Hz. Muhammed’in başından sarığı (imamesi) düşer. Kırk parçaya bölünür. Kırklar parçaları bellerine bağlarlar, kemerbest olurlar. Hz. Muhammed, Kırklar Meclisi’ne pirlerini sorar. “Pirimiz Ali’dir” derler.
Böylece, Hz. Muhammed, Ali’nin de orada olduğunu öğrenmiş olur. Ali, Hz. Muhammed’in yanına gelir. Hz. Muhammed, Ali’nin parmağında, Mirac’a giderken “aslana” verdiği yüzüğü (hatemi) görür. Ali’ye sarılır, O’nu bağrına basar.”
Alevi inancında; kadın ve erkek canlardan oluşan Kırklar Meclisi’nin ve Kırklar Cemi’nin tayin edici önemi vardır. Anadolu Aleviliği’nin inanç temellerinin, yaşam biçiminin, dünya görüşünün, felsefesinin kökleri bu söylencede aranmalıdır.
Kadın ve erkek canlardan oluşan Kırklar Meclisi, mitolojik anlamda da olsa Aleviler’in dinsel ve sosyal örgütlenmelerinin tarihsel kaynağı kabul edilebilir. Bu anlamda da bu söylencede geçen sembolik özellikler Alevilik açısından ayırdedici önüme sahiptir.
Kırklar Meclisi’nin kadın ve erkekten oluşumu kadın ve erkek eşitliğinin önemini vurguluyor. Kırklar Meclisi ile Hz. Muhammed arasındaki diyalogdaki vurgulardan; “birimiz kırk, kırkımız bir” olgusu eşitliği, insan olmayı, türab olmayı vurguluyor. Gerçeğin gökte değil, yerde olduğu meclisin sembolik önemi ile vurgulanıyor. Herkesin eşit ve ulu olması; vahdette kesret, kesrette vahdet ( varlıkta birlik, birlikte varlık ) ilişkisini ifade ediyor.
Kaynakta; Alevi inancında Tanrı’nın, Peygamber’in ve insanın yeri belirtilmektedir. Aslan ve yüzük sembolü ise; insanın Tanrı’nın bir ifadesi; O’nun bir yansıması, parçası olduğu, Adem’in Hakk’ın halifesi olduğu anlayışını vurgulaması açısından önemlidir. Bu örnekte Alevi-Bektaşi ibadeti olan Cem’in ve Semah’ın da kökleri belirtilmiş oluyor. Bu söylence; Anadolu’da yaklaşık bin yıldır her tür olumsuzluğa karşın Aleviler’in Cem ve cemaatlerinde, sosyal hayatlarında kadını bir bütünün ayrılmaz parçası gören, lokmasını yoksullarla kırka bölerek paylaşmasını bilen, insana en yüksek değeri veren Aleviliğin sağlam mayasını da ele veriyor.

SORU 62: Aleviler’de Dede’nin İşlevini KısacaAnlatır mısınız?
CEVAP: Alevilik’te dinsel hiyerarşinin başında dede vardır. Dedelik, dinsel yapının direğidir. Anadolu’da yaklaşık 800 yıldır demir asa, demir çarık ile köy köy dolaşanlar, Horasan Erenleri olan bu gönül dervişleridir.
Anadolu’da dinsel örgütlenme esas olarak iki koldan yürüyor. Bunlardan birincisi; HacıBektaş Veli Dergahı’na bağlı ocaktan oluşan Çelebiler veBabalar. Diğeri ise, Ocakzade Dedelik’tir.
Anadolu ve Anadolu dışındaki, kendisiniBektaşi geleneğinde ifade eden dergahlar ve kollar ya Çelebilere veya Babagân koluna bağlı olarak “yolu erkânı” yürütürler.
Bugün Çelebiler geleneğini, Hacıbektaş kasabasında oturan Ulusoy ailesinin en büyüğü sürdürüyor. Özellikle Orta Anadolu’da yaygın bir kitle bu geleneğe bağlı olarak AleviYolu’nu sürdürüyor. Babagân kolunun yaşayan en büyük dedesi Haydar Ercan Dedebaba’ya bağlı Avustralya’dan ABD Detroit’e dek yol süren dergahlar bulunuyor.
HacıBektaş Veli Dergahı dışındaki Anadolu ve Balkanlar’daki Aleviler’in dini örgütlenme biçimleri “Dede Ocakları” tarzındaki oluşumlardır. Dede ocakları, geleneksel olarak soy ağaçlarını; İmam Musa-i Kazım, Zeynel Abidin ve İmam Cafer Sadık yolu ile Hz. Ali’ye yani Ehlibeyt’e ulaştırırlar.
Alevi toplumunda dinsel önderliği, bağlı oldukları ocaklardaki dedeler yerine getirirler. Alevi’nin dünyaya gelmesinden son yolculuğa dek dinsel hizmetini dedeler ya da babalar yapıyor. İbadetlerini “yol erkanı” dedeler öncülüğünde yapıyorlar. Alevilik’te dede; hem toplumsal önder, hem dinsel önder, hem de bilgeliği kişiliğinde toplayan çok yönlü yol gösterici karizmatik bir kişiliktir.
Türkler ve diğer topluluklar İslamdan önce çok Tanrılı dinler dönemini yaşıyorlardı. Tanrılar arasında yer, gök, ay, güneş, su vb. vardı. Daha sonra Animizmin etkisiyle olacak “Ocaklar kültü” oluşmuştur.
Bir inanca göre, tüten ocaklar kutsaldır. Bu ocakları koruyan ruhlar inanış gereği hiç söndürülmeden yanmalıdır. İşte bu nedenle yakılan ocaklar hiç söndürülmez. Ocak yakmak sevap, söndürmek günahtır.
Ocak kültü, Anadolu’ya “Horasan Erenleri; Dede Kargın, Abdal Musa, Geyikli Baba, Baba Resul, Garip Musa”larla taşınmış ve yaşamıştır.
Ocak kültü bu ocaklar üstüne inşa edilmiştir.
Bu oluşum daha sonra “Soy ocaklarına dönüşmüştür” Bunların tekkeleri, ocakları, dergahları kuruldu. Anadolu’da halka bilgi veren halkı aydınlatan; “BenimKabem İnsandır”, “Çok keramet var insanda”, “Hak Ademde’dir” diyen, yeri gelince de Selçuklu’nun Osmanlı’nın zalim sultanlarına karşı halkı örgütleyip karşı koyan bu dede ocaklarıdır.
Bunlar aynı zamanda binbir baskıya karşı Anadolu Aleviliğini gizli saklı yollarla yaşatan eğiten, yeraltı üniversiteleridir.
İşte bu dede ocaklarından bazılarının adları “Derviş Cemal Ocağı, Şah İsmail Ocağı, Baba Resul Ocağı, Barak Baba Ocağı, Taptuk Emre Ocağı, Ali Baba Ocağı vb.”dir.
Soy ağaçlarının İmam Zeynel Abidin yolu ile Hz. Ali’ye ulaştığına inanılan bazı dede ocakları da şunlardır: Ağuiçen Ocağı, Karapirvat Ocağı,Baba Mansur Ocağı, Karadonlu Can Baba Ocağı, Sarı Saltuk Ocağı, Kureyşan Ocağı, Hubyar Ocağı vb. gibi.
Bu dede ocakları tarihte olduğu gibi bugün de Aleviler açısından birer dinsel çekim merkezi olarak varlıklarını sürdürüyorlar. Yola, erkana bağlı Aleviler mutlaka bir ocağa bağlı olarak dinsel yaşamını sürdürüyor.

SORU 63: Alevilik’te Yol Kardeşliğinin (Müsahipli Nasıl Yapıldığını Anlatır mısınız?
CEVAP: Müsahiplik, Aleviler’de yol kardeşliği anlamında kullanılır. Bu kardeşlik “kan kardeşliği”, “Kan yolu ile akrabalık” dışında kurulan sosyal-toplumsal bir akrabalıktır. “Kan bağına” dayanan “akrabalık” bir anlamda zorunlu akrabalık iken, bu türdeki akrabalık tamamen gönüllülük esasına dayalı bir akrabalıktır. Aleviler’in temel ibadeti olan Cem törenleri esas olarak iki türlü yapılır: Birincisi yediden yetmişe herkesin katıldığı cemlerdir. Bunların sınırı oldukça geniştir. Adına “Birlik Cemi”de denir. Bu cemler daha çok gençlere (kız ve erke öğretmek amacıyla yapılır. İkinci tür Cemler ise daha dar bir kesimin katıldığı cemlerdir. İşte bu cemlere sadece evli veya müsahip olan çiftler katılır. Bu cemlere “Görgü Cemleri” de denir. Bu Cemlerdeki katılımcılar bir anlamda müsahip olmuş yola girmiş olanlardır. Burada herşey daha disiplinli ve kuralcıdır. Müsahip olmayanlar bu cemlere alınmazlar. Müsahip olma bunun ön şartıdır.
Müsahip ise şöyle olunur: İyi anlaşan iki arkadaş “Yol kardeşi” olmaya karar verdiklerinde önce ailelerinin ve eşlerinin bu konuda rızalarını almaları gerekir.
Müsahiplik taraflardan biri ölmedikçe bir kere yapılır. Hayatta sadece bir kişi ile yapılır. Evli olunması ve eşlerin de benimsemesi, anlaşması şarttır. Eğitim düzeyleri, sosyal-toplumsal konumları ve ekonomik yapılarının birbirleriyle uyumlu olmaları gerekir. Bu uyum sağlanmazsa ileride sorun çıkabilir. Tabi en önemlisi de iki müsahibin ve eşlerinin çok iyi anlaşması gerekir.
Müsahip eşleri birbirinin kardeşi, çocukları da kendi çocukları sayılır. Kan bağı ile olan amca çocukları, teyze, hala çocukları birbirleriyle evlenebildiği halde müsahip çocukları asla birbirleriyle evlenemezler. Onlara evlilik düşmez.
Müsahipler arasında hem dinsel anlamda yol kardeşliği hem de toplumsal anlamda yol kardeşliği vardır.Kan bağı ile oluşan kardeşlikte aileler ayrı evlerde oturduklarından birbirlerinden sosyal ve toplumsal olarak sorumlu değillerdir. Yani kardeşler birbirinin hatasından sevabından sorumlu değildirler. Cüzdanları ayrıdır. Yardımlaşma olur. Ama müsahiplikteki gibi ortak değildirler. Müsahiplikte ise; iki taraf birbirinin hatasından ve sevabından sorumludur. Namus dışında neredeyse herşey ortaktır. Yani kurulan bu kardeşlik toplumsal sorumluluk ve paylaşım açısından kan kardeşliğinden daha kapsayıcı ve sorumluluk gerektiren bir işleve sahiptir. Kan kardeşleri arasındaki ilişkide cüzdanlar ayrıdır. Ama müsahiplikte cüzdanlar aynıdır. Ayrı düşünmek en büyük zaaf sayılır.
Bu sorumlulukları gönüllü olarak kabul eden iki aday dedelerine mürşitlerine başvurur. Niyetlerini ifade ederler. Dede de onlara müsahip olmanın koşullarını tanıklar huzurunda arar ve sorar. Dede şartları uygun görürse onları huzura alır. Dua alma vaziyetini alarak dua okur. Arkasından da müsahip olmanın zorluklarını anlatır. Özetle; “1- Birbirinize ölünceye kadar yardımcı olacaksınız. 2- Yalan söylemeyecek, haram yemeyeceksiniz. 3- Elinize, dilinize, belinize sahip çıkacaksınız. 4- Birinizin günahından hatasından diğeriniz sorumlu olursunuz. O nedenle birbirinizin suç işlemesine engel olacaksınız.” der.
Dede sonra bu gönüllülere bir yıl süre vererek; bu kardeşliğin sürüp sürmeyeceğini hayatınızda deneyin der. Bu süreden sonra hoşnut olarak müsahiplikleri sürerse gene dedeye başvururlar. Bu kez dede perşembeyi cumaya bağlayan bir akşam cem yapar. Bu iki istekli veya başka istekli varsa onlarla birlikte yapılacak müsahip cemine katılırlar. Ceme müsahip adayları eşleriyle birlikte katılır. Beyaz renkli dikişsiz, süssüz elbiseler giyerler. Yapılan törenle müsahip olurlar. Bir Alevi yerleşmesinde örneğin köyde oturan herkesin müsahip olduğu düşünülürse ve müsahiplerin de bu ilkelere bağlı yaşamı olursa, gerçekten o yerleşme toplumsal anlamda birliğin, kardeşliğin hoşgörünün, toplumsal barışın, iktisadi bölüşümün, hakça yapıldığı bir toplumsal yapı oluşmuş olur.

SORU 64: Bir Alevi Cem TöreniniKısaca Anlatır mısınız?
CEVAP: Aleviler ibadetlerine CEM adı verirler. CEM; toplanmak, bir araya gelmek, topluca davranmak anlamlarına gelir. Ayrıca; “Cem Ayini” veya “Ayini Cem” adı da verilir.
Aleviler, Anadolu’da Osmanlı döneminde, Osmanlı şeriatla yönetilen Sünni bir din devleti olduğu için ibadetlerini yüzyıllarca saklı, gizli yapmışlardır. Bu nedenle cami veya kilise gibi geliştirilmiş bir dinsel mekan mimarisi, Cemevi mimarisi v.s. oluşmamıştır.
Aleviler, yüzyıllarca ibadetleri olan cemleri köyün veya yerleşmenin en büyük evinde yapmışlardır. Evlerin dışında ibadetlerini, açık bulundukları sürece tekke ve dergahlar ile son yıllarda yapılan CEMEVLERİNDE yapmaya çalışmışlardır.
Aleviler, yaptıkları ibadet biçimi olan CEM’in kaynağının, Hz. Muhammed’in Miraç’tan dönüşte uğradığı dergahtaki topluluğun birlikte yaptığı ve adına KIRKLARCEMİ denilen ibadetten geldiğine inanırlar. Bu mitolojik meclis, kendisini şöyle ifade ediyor: “Bizim küçüğümüz, büyüğümüz yoktur. Küçüğümüz de uludur, büyüğümüz de uludur. Birimiz kırkımız, kırkımız birimizdir.”
Bu anlayıştan kaynaklandığı kabul edilen Alevi ceminde kapıdan içeri giren her can, kadın olsun, erkek olsun birdir. Dışarıda toplumsal unvanı ne olursa olsun her kişi cem erenleri meclisinde eşittir.
Alevilerde cemi dede yönetir. Dedenin yanında bağlama eşliğinde nefes söyleyen bir veya birden fazla zakir bulunur. Bazen bağlamayı çalıp nefes söyleyen, cemi yürüten dede de olabilir.
Dede, cemin yapıldığı yerde kapıdan içeri girenin rahatça görebileceği bir yerde oturur. Kapıdan giren canlar, önce orada bulunan toplumu niyaz anlamında, toprağı niyaz eder. Arkasından dedeye niyaz eder. Sonra dedenin karşısında; eşi veya çocukları ile ayakta öne eğilerek selamlama vaziyetinde durarak dededen dua alırlar.
Ceme lokma getirmek diye bir adet de vardır. Herkes kesesine göre evinden cem için bir lokma getirir. Bu bir kilo elma da olabilir. Birkaç kurban da olabilir. Gelen lokmalar, görevli tarafından toplanır ve cem sonunda tüm canlara eşit olarak dağıtılır.
Cem, Aleviler’de geçmişte kırsal kesimde genellikle üretimin olmadığı, herkesin zamanının daha uygun olduğu kış aylarında ve haftada bir gün perşembe akşamları yapılırdı. Tabii son yıllarda ülkemizde göçler nedeni ile bu takvime uymak, şartlar nedeni ile zorlaşmıştır. Son yıllarda büyük kentlerde ibadetler cumartesi veya pazar gününe kaymıştır.
Alevi ibadetine kadın-erkek birlikte katılır. Haremlik-selamlık yapılmaz. Cemevinin kapısından içeri giren her can cinselliğinden arınır ve kadın-erkek ayrımı yapılmaksızın insan olarak, can olarak görülür.
Alevi cemine katılan insanlar anne, baba ve çocuklar temiz elbiselerini giyerek lokma veya kurbanlarını alarak bir bayram sevinci ile ceme gelirler.
Ceme, küskün ve dargın olanlar alınmaz. Cemde suçlular bulunamaz. Örneğin, hırsız, katil vs. ceme alınmaz. Ceme katılıp çeşitli nedenlerle kırgın, dargın olan canlar varsa onlar barıştırılmadan cem başlamaz. Üstünde “kul hakkı” olan kişi Ceme katılamaz.
Kırgın, dargın veya birbirinden davacı olan canlar var ise, onlar toplum huzurunda dedenin hakemliğinde cemde kurulan adını HallacıMansur’dan alan “dar”da kurulan divanda yargılanma olur ve aklanmış olanlar ceme katılabilir. Bu adeta bir mahkemedir. Yargılamada tüm canlar jüri üyeleridir. Karar, halkın tümünün katıldığı bu yargılamada topluca alınır.
Şeriatla yönetilen Osmanlı’nın mahkemelerine 700 yıl boyunca gitmeyen Anadolu Alevileri mahkemelik sorunlarını cemlere taşımış ve orada çözmeye çalışmışlardır.Bu yargılama biçimi daha başarılı olmuş ve bugün çağdaş adalet sistemine adeta örnek oluşturmuştur.
Orada her kişinin görgüsü de yapılır. Bu her kişinin kendi isteği ile bir yıl boyunca kendini eleştiriye açmasıdır. Bir önceki görgü ile bu görgü arasında işlediği hataların ister görülen olsun, ister hiç görülmeyenler olsun meclise açıklanması yani “kendini dara çekmesidir.” Kendini gönüllü olarak yargılamasıdır. Buna “görgü” denir.
Alevi cemleri genellikle akşam yapılır. Akşam yaklaşık saat 7 civarında başlar. Gelecek olanlar tamamlandıktan sonra cem başlar. Cemi dede yönetir. Cemevinin sorumlusu gözcü vardır. Bir de dış tehlikelere karşı dışarıda bekçi bulunur. (Geçmişte Alevilerin ibadetleri yasak sayılırdı ve gizli yapılırdı. Bu nedenle köyün ve mahellenin girişine ve çıkışına bekçi konurdu.)
Cemlerde hizmetler 12 İmamlar adına görüldüğü için ceme “12 hizmet” adı da verilir. “12 hizmet” sahipleri şunlardır:
1) MÜRŞİT: Cemi yöneten kişidir. İnsanı kamildir. Hz. Muhammed, Hz. Ali veya Hünkar HacıBektaş Veli makamlarını sembolik olarak temsil eder. Onların adına cemde bulunur. İkrar alır. Nasip verir. Mürşitlik, dedelik kurumunun en üst makamıdır. Kendisinin soyunun Hz. Ali’ye dolayısıyla Hz. Muhammed’e dayandığına inanılır.
2) REHBER: Mürşide, dedeye yardımcı olan kişidir. Yol ve erkan konusunu iyi bilen, yol gösterendir.
3) GÖZCÜ: Cemde rehberin yardımcısıdır. Cemin düzenini sağlar.
4) ÇERAĞCI: Cem evinin aydınlanmasından sorumludur. Bazı yörelerde “delilci”de denilir.
5) ZAKİR: Cemde, dede bağlama çalmazsa, bağlama çalıp nefes, duvaz, mersiye okuyan görevlidir.
6) SÜPÜRGECİ: Cemevinin temizliğinden sorumludur.
7) BEKÇİ:Cemevinin dış güvenliğini sağlar.
KURBANCI-LOKMACI: Cemevindeki kurban ve lokma işleri ile ilgili görevlidir.
9) SAKA: Cemevinde, su, şerbet, dolu sunan görevlidir.
10) PERVANECİ: Cemevinde “semah” dönüldüğü zaman ilgili hizmet görevlisidir.
11) PEYİKÇİ: Cemden önce ve cem esnasında haberleşmeyi sağlayan görevlidir.
12) MEYDANCI: Ceme katılanlara yer gösteren, meydan görevlerini yapan, meydanevi yani cemevinin hizmet görevlilerinden birisidir.
İbadetlerin evler dışında yapıldığı cemevlerinde “12 İmamlar’a” atfen 12 post bulunur. Bu postlara Alevi büyüklerinin adları verilmiştir. Bu post sahiplerinin makamları bugün de sembolik olarak Alevi-Bektaşi geleneğinde yaşamaktadır. Bu postlar cemevinde mürşit ve rehber postları dışında mürşit (dede) postunun sağına ve soluna, yani ocak makamının sağına ve soluna serilir. Bunların adları sırası ile şöyledir:
1) Horasan postu (Hacı Bektaş Veli Makamı)
2) Aşçı postu (Seyit Ali Sultan Makamı)
3) Ekmekçi postu (Balım Sultan Makamı)
4) Nakip postu (Kaygusuz Sultan Makamı)
5) Atacı postu (Kamber Ali Makamı)
6) Meydancı postu (Sarı İsmail Sultan Makamı)
7) Türbedar postu (Karadonlu Can Baba Makamı)
Kilerci postu (Hacım Sultan Makamı)
9) Kahveci postu (Şeyh Sazeli Sultan Makamı)
10) Kurbancı postu (Halil İbrahim Makamı)
11) Ayakçı postu (Abdal Musa Sultan Makamı)
12) Mihmandar postu (Hızır Makamı) “12 hizmet” görevlileri Cemin başından sonuna kadar hizmetlerini sürdürürler. Cemi, dede oturduğu postta dua oku***** açar. Dedenin duası şöyledir.
“Bu post, Şahı Merdan Ali postudur. Bu post, üçlerin, beşlerin, 12 İmamlar’ın Kırkların postudur. Bu post Hünkar HacıBektaş Veli’nin postudur. Bu posta oturmak için, bu demi sürmek için, sırrı hakikate varmalı, Dört kapı Kırk makamı bilmeli, vahdet-i vücuda ermeli… Ele, dile, bele sahip olmalı. Her türlü kötülüğü, kini, kibri ve düşmanlığı gönülden uzak tutmalı.
Ya Allah, Ya Muhammed, Ya Ali! Üçler, Beşler, Yediler, On İkiler, On Dört Masumlar, On Yedi Kemerbestler, Kırklar, Pirimiz Hünkar Hacı Bektaş Veli yardımcımız, bekçimiz ve gözcümüz ola… Cemimiz bizi birleştirici ola, dil bizden, uymak canlardan, yardım Allah’tan, nefes Pir’den hizmet bizden ola… Gerçeğe hü hiyelim hû…”
Dede ve katılan konuklar ibadet başlamadan önce toplumun sorunları ile, ülkenin ve dünyanın sorunları ile ilgili sohbet yaparlar.Bu sohbetlerde çok verimli canlı üretken tartışmalar olur. Toplumsal ve dinsel konular tartışılır. Karşılıklı bilgi alışverişi yapılır. Bu sohbet bazen Ceme katılan fertlerin katılımı ile saatlerce sürer.
Ceme katılan kırgın ve dargınlar da ibadetten önce barıştırılır. Bunun işareti olarak cem başlamadan önce her can yanındaki canı niyaz eder. Cemde herkes yüzyüze bakacak tarzda halka şeklinde oturur. Bunu, “duvara değil, didara cemale yüze bakmak”olarak ifade ederler.
Dede cemaate, “edep erkan” diyerek duayı okur ve Cem başlar. Dede, “ey canlar aranızda birbirinden incinen, gücenen, bilerek veya bilmeyerek hata etmiş olan varsa meydana gelsin, şikayetini söylesin” der. Şikayeti olan varsa çıkar, yoksa cem başlar. Dede arkasından; “Bu cem, barışıkların cemidir. Burada kinin, kötülüğün yeri yoktur. Eline, diline, beline sahip olmayan nefsine hakim olmayan bu ceme giremez” der. Devamında ise, “Yolumuz; sevgi, barış, kardeşlik, dostluk yoludur” der.
“İçinde kötülük olanlar kötü huyları olanlar bu yola gelmesin” der.
Bu sırada zakirler; bağlamaları ellerine alırlar, bağlamaları niyaz ederler. Dededen duasını alır ve oturdukları yerde bağlama çalmaya başlarlar. Bu çalınan nefesler, Duazı İmamlar ve mersiyeler esas olarak; Şah Hatayi, Pir Sultan, Virani, Fuzuli, Yemini gibi Alevi ozanlarının Hz. Ali, Ehlibeyt, 12 İmamlar, Kerbela Olayı vb. ile ilgili söylenen nefeslerdir.
Ozanların çalıp söylemeleri saatlerce sürer. Arada dede dua okur, katılan canlar toplu halde secde ederek niyaz ederler. Halkadaki oturuş tarzı ile edilen secdeye “halka namazı” adı verilir.
Bağlama eşliğinde kadın ve erkek canların katıldıkları bu ibadette o denli duygulu anlar yaşanır ki, bazan tüm toplum dede ile birlikte ağlar. Adeta ayrı bir dünyaya yolculuk yapılır. Cemde duygunun, sevginin dorukta olduğu bir anda ise, dedenin işareti ile birlikte; kadın-erkek canlar “turnalar gibi semah dönmeye” başlarlar. Kendilerinden geçercesine müziğin ritmi ile döner dururlar.
Nefeslerin söylenmesi ve semah dönülmesi ortalama 5-6 saati alır. Arkasından getirilen ya da pişirilen lokmalar dağıtıldığında çoğu kere cemevinde sabah olur.
Cem bitirme duası (gülbengi) dede tarafından okunarak ceme son verilir. Bu dua ise şöyledir:
“Bismi Şah. Allah Allah.
Oturana, gidene, kazasız, belasız evine varana, eşine niyaz edene, sağ yatıp selamet kalkana, Allah, Muhammed, Ali, Pirimiz Hünkar HacıBektaş Veli demine, devranına hü… Ali haldaşınız, Hızır yoldaşınız ola… Gerçeğe hü…”Böylece cem bitmiş olur.

SORU 65: Alevi Semahının, Türleri, Özellikleri Nelerdir?
CEVAP: Aleviler’in temel ibadeti olan Cem ayinlerinin ayrılmaz bir parçası da Semah dönmektir. Semah, Cem’in belli bir aşamasında bağlama eşliğinde kadın ve erkek canların çalınan ezgiler eşliğinde birlikte yaptıkları dinsel danslardır. Semah dönülmeyi, Cem ayininden ayırmak olası değildir. Semah dönmek, Cem ayini içinde yapılan 12 hizmetten birisidir.
Cem ayini sırasında törenin bazı bölümlerinde ve özellikle son bölümünde dedenin işareti ile kadın ve erkek canlar semaha kalkarlar. Semah dönen canlar duygunun, sevginin, aşkın, dorukta olduğu duygulu bir an yaşarlar.
Semah dönenler adeta kendinden geçercesine büyük bir aşkla, şevkle huşu içinde ayrı bir dünyaya yolculuk ederecesine, izleyen canları da büyüleyecek tarzda su gibi akıp giderler.
Aleviler, Cem ayininin olduğu gibi semahın da kaynağının Hz. Muhammed’in, Miraçtaki Kırklar Cemi’nden kaldığına inanırlar. Semah’ın kültürel kaynağının izlerini Orta Asya ve Anadolu medeniyetlerinin derinliklerine götürmek olasıdır.
Aleviler’in döndükleri semahı onların ibadeti olan Cem ayinlerinden ayrı düşünmek ve yorumlamak yanlıştır. Aleviliğin kutsal kitabı olan, İmam Cafer Buyruğu ve halk arasında yaşayan mevcut inançta semah 12 hizmetten biri olarak yapılır. Yani Semah, Aleviler’in yaptıkları ibadetin bir parçasıdır.
Ülkemizde son üç beş yıldır Alevilik kendisini tanıtmaya başladığından beri, semah dönmek daha da bir güncellik kazanmıştır. Yüzyıllarca gizli-saklı yapılan Cem ayinlerinin bir parçası olan semah, yapılan çeşitli törenlerde, şenliklerde folklorik gösteriler içine konmuştur. Bu durum ilk başta Aleviler’in hoşuna gitmiş. Kendi kültürlerinin tanınmasına hizmet eder düşüncesi ile seyirci kalınmıştır. Yapılan semahlar Alevi olan ve olmayan kesimlerce tanınmış beğenilmiştir.
Çünkü Alevi ana,babadan doğup da bugün Cem görmemiş bir kuşak oluşmuştur. Bu kuşak bir anlamda semahları dışa açık alanlarda yapılan etkinliklerde izleyerek Aleviliği görmeye, öğrenmeye çalışmıştır.
Ama dışa açılmanın sınırı içkili toplantılarda semah dönmek olmaya başlayınca iş bir anlamda çığırından çıkabilir.
Bu nedenle semahlar, Aleviler’in ibadeti olan Cemin bir parçasıdır. O’nun yeri orasıdır. Semah ibadetin bir parçasıdır. Semah dönmek eğlence aracı olamaz. Semah içkili, eğlenceli toplantılara asla meze olamaz. Semah dönmek Cem ayininin dışında, olsa olsa çok ağırbaşlı bir biçimde özüne uygun bir tarzda; Hacı Bektaş Veli Anma Törenleri, Abdal Musa Anma Törenleri gibi törenler ile ağırbaşlı etkinlikler dışında yapılmamalıdır.
Arapça “Sema” köküne dayanan Semah sözcüğü Türkçe’de “Sema” ya da “Semah” biçimlerinde iki ana söylenişe ayrılır. Her söyleniş birbirinden ayrı iki farklı özellikte uygulanır. Sema, Mevlevi ya da bazı Sünni tarikatlarının, Semah ise Aleviler’in dinsel törenlerinin bir parçasıdır.
MevleviSemah’ı ile Alevi Semah’ının ayırdedici özelliği, dönenlerin Mevleviler’de esas olarak sadece erkekler olmasına karşılık, Aleviler’de kadın ve erkek canların birlikte olduğudur. Mevlevilerin Sema’nın müziğini esas olarakTürk Sanat Müziği besteleri oluştururken, Alevi Semah’larındaki müziği halk müziği ritimleri oluşturur. Semahlarda çalınır. Çepni Aleviler’de, Cemde 12 çalgı bulunur. Bu on iki saz aynı türden olabileceği gibi değişik türlerden de olabilir.Semahlar da bağlama belirleyici olmasına karşın, Çepniler’de on iki çalgı ile dönülür. Ama günümüzde yaygın olarak gözüken durum, cemlerde esas olarak bağlamanın belirleyici olduğudur.
Semahın belli sayıda kişilerce dönülmesine özen gösterilir; 2, 4, 8, 10, 12, olduğu gibi 3, 5, 7, 12 gibi sayı kümelerine denk düşürülmeye çalışır.Bu sayıların kutsallığına inanılır. “Üçler, Beşler, Yediler, On İkiler”den yardım ve şefaat dilenir.
Semah dönülmeye genellikle şöyle başlanır: İlk önce dört can semaha kalkar. Bu, açılış semahıdır.
Semah dönülürken canların üstündeki giysiler son yıllardaki folklor giysileri gibi özel giysi değildir. Semah dönmek için özel giysi hazırlanmaz. Canların üstündeki giysiler çok renkli ve değişiktir. Daha doğrusu halkın özel günlerde giydiği temiz ve bakımlı giysilerdir.Belli bir şekil sözkonusu değildir.
Bu erler için de, bacılar için de geçerlidir. Kurallarda biçime değil öze önem verilir. Giysilerde yerel ayrıcalıklar görülür. Bazı yörelerde semah dönülürken erkekler şapkalarını çıkarırlar, bazı yörelerde başı açık semah dönülmez. Semah dönen erler genellikle şapka yerine mendil, başörtüsü gibi aksesuarlar giyerler ya da baş açıktır. Ama ayak kesinlikle çıplaktır.Baş açık, ayak çıplak biçiminde semah dönmek en yaygın olan biçimdir. Tabii bacıların başı örtülüdür.
Canlar, Cem ayininin belli bir yerinde Semah’a kalkınca dedeye niyaz ederler. Semah dönüldüğü sırada, (halka tarzında dönülen semahta) köşede oturan dede makamına asla sırt dönülemez. Semahta ritim ister yavaş ister hızlı olsun, dede makamı kutsal makamdır, Ali makamıdır, oraya sırt dönülmez, mutlaka her seferinde selamlama biçiminde niyaz edilir.
Hiçbir semah türünde elele tutuşulmaz. İster kadın erkek karışık olsun, ister sadece erkek ya da kadın olsun, elele tutuşma biçimi yoktur.
Semahta esas figürler el ve ayak figürleridir. Eller ve kollar kuşun uçuşunu simgeler. En çok görülen figür ise sağ elin ayası yukarıdan alır, sol el de yere dönüktür. Bu figür; “Haktan alınanın halka verilmesini” simgeler.
Semah deyişlerinin bir bölümü doğrudan semah sözü olarak yazılmıştır. Semahlar genellikle Türkçe sözlü deyişlerle dönülür. Semah’ın dönme biçiminde olduğu gibi söz ve müziğinde de yörelere göre değişiklikler vardır. Bu o yöredeki kültürel farklılığın semahlara yansımasının ifadesidir. Semah dönülürken yaratılmak istenen ortamı bozucu davranışlarda bulunmak hoş karşılanmaz. Örneğin; sigara içilmez, içki içilmez, dizüstü ya da bağdaş kurularak oturulur gürültü edilmez. Semah dönenlerin ritmini izleyenler de; “Allah, Allah”, “Ya Şah,’ “semahınız saf ola, günahlar af ola”, “seyir için olmaya, Hak için ola…” gibi ifadelerle katılırlar. Bazı yörelerde ise, Miraçlamaya iki yaşlı bacı ve bir erkek kalkar.
Anadolu’da Aleviliğin yaklaşık sekizyüz yıllık bir tarihi var. Anadolu’da bir dizi uygarlık yaşamış. Kimi uygarlıkların izleri kaybolmuşken kimi henüz yanıbaşımızda yaşıyor. Ülkemiz çok renkli bir kültüre sahip. Bu durumdan Aleviliğin de nasibini almaması olası değil. Semahlara; Şaman danslarının Anadolulaşması denilirse haksızlık edilmez. Semahlardaki bazı figürlerde, şaman törenlerindeki fikirler nerede ise tıpa tıp aynısıdır.
Semah’ın İslam coğrafyasında sadece Türkler’de olmasıda bu fikri destekliyor.
İşte Anadolu’daki Alevi semahlarının çeşitliliği bu kültürel izlerin semahlara şu ya da bu tarzda yansımasıdır. Biçimde Aleviler’in Cem ayinlerinde ve semahlarda bazı farklılıklar almasına karşın özü birdir. Semahlara değişik yörelerde değişik adlar verilmesinin nedeni bu özellikte aranmalıdır. Bildiğimiz semah adlarından bazıları şunlardır:
Ali Nur Semahı, Kırat Semahı
Turnalar Semahı, Kırklar Semahı
Gönüller Semahı, Ya Hızır Semahı
Alaçam Semahı, Nevruz Semahı
Çapraz Semahı, Çorlu Semahı
Dem Geldi Semahı, Ladik Semahı
Çark Semahı, Yatır Semahı
Muhammed-Ali Semahı, Cebrail Semahı
Erzincan Semahı, Şiran Semahı
Sarıkız Semahı, Hubuyar Semahı
HacıBektaş Semahı, Silifke Kırtıl Semahı,
Fethiye Semahı, Rodos Semahı vb.

SORU 66: Alevilik’te İnsan Sevgisi Nasıldır?
CEVAP: Alevilik’te, Sünniliğe kıyasla insana olağanüstü bir sevgi ve saygı vardır. Sünnilikte insan “kul”dur. İnsan için; günahlar, yasaklar, cinler, periler, binbir çeşit korku vardır. Allah’a ulaşmak için bile insanın önüne konan çeşitli tuzaklar başarı ile aşılarak gerçekleşebiliyor.
Halbuki Alevilik’te Allah korkusu, din korkusu, cennet, cehennem vs. korkusu yoktur. Allah sevgisi vardır. Herşey insandadır. Herşey insanın kalbinde saklıdır. İnsanı sevmek, inancın esasıdır. “Hak ademdedir.” Ademden başka yerde Hak aramak nafiledir. “İnsan kıbledir” “Secde edilecek makamdır mihraptır.” “İnsan konuşan Kuran’dır”.
Alevi yolunun önemli halkalarından biri olan Hallacı Mansur’un “Enel Hak” diye ifade ettiği için ölümüne neden olan anlayış; “insanı Tanrılaştıran sevgi anlayışıdır.”Hak ademdedir” anlayışıdır. İnsanı yücelten anlayıştır. Bakara Suresi’nde “Meleklerin secde etmesi” gereken insandır. “Size şahdamarınızdan daha yakınım” diyen ayetteki anlayıştır.
Alevilik’te sevgi özellikle insan sevgisi o denli yüceltilmiştir ki, o Alevi inancının temelini oluşturmuştur. Sevgisiz hiçbir şeyin yaşamayacağı gibi inancın da yaşayamayacağından hareketle; sevgi adeta” din derekesinde” ifade edilmiştir. Halk ozanları bu anlayışı; “Benim dinim sevgidir” diye ifade etmişlerdir.
PirSultan Abdal, insan Allah ilişkisini bakın nasıl anlatıyor:
“Sen Hakk’ı yabanda arama sakın
Kalbini pak eyle Hak sana yakın
İnsana hor bakma gözünü sakın
Cümlesin insanda bulduk erenler…”
XVII. Yüzyılda yaşamış tasavvuf eri Niyazi Mısrî, bakın Tanrı’ya ulaşmak için yapılan ibadeti nasıl değerlendiriyor:
“Savm-ü Salat hac ile sanma biter zahit işin
İnsan-ı kamil olmağa lazım irfan imiş…”
Yani; namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek ile işin biteceğini sanma, insan-ı kamil olmak gerekiyor. Yoksa şekilci ibadetler nafile diyor.
Alevilik’te insana yabancı olan hiçbir şeyin inançta yeri yoktur. Herşey insan içindir. Bu nedenle Alevi felsefesinin, Alevi inancının özü insan sevgisidir, hoşgörüdür.
Hz. Ali gibi, HacıBektaş Veli gibi insanlığa örnek olmuş kişilikleri “Tanrı katında görme” anlayışı bu coşkun sevgi anlayışından kaynaklanıyor olsa gerektir.
Yunus Emre’nin, HacıBektaş Veli’nin, Pir Sultan Abdal ve bu geleneğin sözcülerindeki taşan insan sevgisi, kaynağını bu sevgi okyanusundan almaktadır.
Bu sevginin yolu da “gönül kâbesi”nden geçmektedir. Yunus’un dediği gibi:
“Bir kez gönül yıktın ise
Bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi
Elin yüzün yumaz değil.”
Yunus, Tanrı insan ilişkisini de:
“Yeri göğü aradım
Hiç mekanda bulmadım
Buldum insan içinde…”
diyerek Allah’ın yerinin yerde gökte değil, insanın kalbinde olduğunu ifade etmiş oluyor. İşte Alevi yolunda buna; “gönül kâbesi” deniyor.

SORU 67: Aleviler’deKadın-Erkek Ayrımcılığı Var mıdır?
CEVAP: Aleviler’de kadın-erkek ayrımcılığı yapılmaz. Alevi meclisinde kadın-erkek yoktur. İnsan vardır. Can vardır. “Can”, “canlar”, “erenler” ifadesi sadece kadın veya erkek için kullanılmaz. Her iki cins için ortak olarak kullanılan deyimlerdir.
Ailede, toplumda, dinsel hayatta kadın-erkek ayrımı yapılmaz. Kadın ve erkek toplumun her alanında eşittir.
Örneğin, evde anne ve babalar çocukları arasındaki kız-erkek ayrımı yapmazlar. Mirasta kadın ve erkek eşit paya sahiptir. Evlilikte kadın ve erkek hakları eşittir. Erkek, toplumu ikna etmeden eşinden boşanırsa, o haksızlık sayılır ve erkek “yol düşkünü” kabul edilir. Erkek haklı nedenler olmadıkça eşini boşayamaz. Sünni geleneğinde olduğu gibi; “Boş ol” gibi kadını aşağılayıcı bir anlayış yoktur.
Aleviler’de boşanma konusunda kadına, erkeğe kıyasla daha toleranslı bakılır. Erkek haklı bir neden olmadan eşini boşayamaz. Ama kadın ayrılmak isterse neden göstermeden eşini boşayabilir. Bu konuda kadın zorlanamaz. Bu, kadın haklarını koruyan bir gelenektir.
Dinsel olarak bakıldığında da; dede toplumda saygın bir yere sahiptir. Aynı saygınlık dedenin eşi için de gösterilir. Ona da “ana” denir. Bektaşilikte dedebaba eşine büyük bir saygı ifadesi olarak, “ana bacı sultan” diye hitap eder. Muhiplerde dedebabanın eşine “ana bacı” derler. Bektaşiler kadını erkekten hiç ayırmazlar. Erkeklere olduğu gibi kadınlara da dinsel statülerden olan “dervişlik” payesi verilir. Derviş giysileri olan, “taç, hırka, kemer vs.” giydirilir.
Alevi ve Bektaşiler’de kadınlar Cemevlere, nasip alma törenlerine katılırlar. Muhabbet toplantıları ve diğer dinsel törenlere erkeklerle eşit koşullarda katılırlar.
Dede veya baba olmadığı zamanlar onun işlerini dede veya baba eşi olan ana veya ana bacı vekâleten yürütür. Erkekler olduğu gibi dedeliği kadınlarda yapabilir. Şu anda bile posta oturup yol süren kadın dedeler bulunuyor.
Alevi Cemlerine kadın ve erkek birlikte katılır. Orada kadın erkek ayrımı yapılmaz. Herkes “can”dır. Cemlerde müzik eşliğinde dönülen semaha kadın ve erkek birlikte kalkar. Semah birlikte dönülür.
İşte bu ibadet biçimi tutucu, yoz, softa dinsel kesimin Aleviler hakkında “mum söndü” vs. gibi dedikodular çıkarmalarına neden olmuştur.
Alevi geleneğinde Hz. Ali gibi Fatma’ya da yoğun bir sevgi ve saygı vardır. Ona “Fatma Ana” adı verilir. Cem ayinlerinde onun adı geçtiğinde kadınlar saygılarını ayakta durarak gösterirler. Gene HacıBektaş Veli’nin Hacıbektaş’a geldiğindeki ev sahibi “Kadıncık Ana”dır. Kadıncık Ana’nın Alevilik’te özel bir yeri vardır.
Hacı Bektaş Veli aşağıdaki dörtlükte Aleviler’in kadın-erkek anlayışını şöyle ifade etmiştir.
“Erkek dişi sorulmaz, muhabbedin dilinde
Hakk’ın yarattığı herşey yerli yerinde
Bizim nazarımızda kadın-erkek farkı yok
Noksanlıkla eksiklik senin görüşlerinde.”
Alevilik’te tek eşlilik esastır. Kadın ikinci sınıf bir insan değildir. Bakın Türkmen Kocası Pir Sultan Abdal bir dörtlüğünde Aleviler’deki kadın sevgisini nasıl anlatıyor:
“Gel benim ey güzel servi çınarım
Yüreğime ateş düştü yanarım
Kıblem sensin, yüzüm sana dönerim
Mihrabımdır kaşlarının arası…”

SORU 68: Alevilik’te Sanat Günah mıdır?
CEVAP: Alevilik, bazı inançlar gibi sanata karşı değildir. Alevilik’te şiir, müzik, dans inancın önemli bir parçasıdır. Aleviler’in toplu tapınma biçimi olan Cem ayinleri bağlamasız, şiirsiz, nefessiz ve müzik eşliğinde dönülen semahsız (dinsel dans) düşünülemez. Sünni İslamda resim, müzik, şiir ve diğer görsel sanatlar ile uğraşmak günah işlemekle, kafirlikle özdeş sayılırken bu uğraşlar Alevilik’te saygı duyulan meslekler olarak kabul edilir.
Bakın Kuran’da Şura Suresi; 244. ayette ne diyor: “Şairler ise, onlara sapık kimseler uyarlar.” 225. ayette ise “Görmez misin o şairler, her yöne meyleder ve boş seylere dalarlar”. ve 226. ayet: “Gerçekten onlar, şiirlerinde, yapamayacakları şeyleri söylerler.”
Bunlardan başka, Sünni İslamda müzik yasaktır. Süleyman Çelebi’nin (Hz. Muhammed’in hayatını anlatan) mevliti bile yasaktır. Zaman zaman Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan müzik ileKuran, dua vs. okunmasının yasak olduğu camilere yazılan yazılarda belirtilir.
Sünni İslamda resim yasaktır. Hz. Muhammed’in resminin yapılması kesinlikle yasaktır. İnsan yüzü (suret) resmetmek günahtır.
Aleviler’de ise, resim de müzik de yasak değildir. Aleviler, Hz. Ali ve 12 İmamlar dışında Hz. Muhammed’in de resmini yapmışlardır. Bu bazı kitaplarda basılı olarak bulunuyor.
Müzik, Alevi ibadetinin esasında vardır. Alevilerin Cem ayinleriyle bağlama eşliğinde müzikle söylenen nefes, duazimam, ağıt ve mersiyeler olmadan mümkün değildir.
Bağlamaya ve onu çalan dedeye kutsal gözle bakılır. Bu inanç eski Türk tarihinden Şamanizm döneminden kalma bir anlayıştır. Dede ve bağlama ilişkisi belki de Şaman ile kopuz arasındaki ilişkinin Anadolu’ya, Aleviliğe taşınmasıdır.
Sünni İslam olan Osmanlı, bakın çalgıya (müzi nasıl bakıyor. İşte konu ile ilgili Şeyhülislam Ebussuud Efendi’nin verdiği bir fetva:
“Soru: Bir kişi çalgı çalsa ve Müslüman olmayana çalgı çalsa ona ne yapmak gerekir? (Dikkat Müslüman olmayana diye soruluyor.
Cevap: Şiddetle azarlanıp hapsedilmelidir.
Soru: Çalgı çalan birisinin çalgısını, bir başkası vurup parçalarsa… Çalgıyı kırana ne yapmak gerekir?
Cevap: Çalgıyı kıran büyük sevap işlemiş olur.”
Ebussuud EfendiYunus Emre’nin bazı beyitlerinin bir tekkede okunması ile ilgili sorulan soruya verdiği cevap ise çok öğreticidir:
“Soru: Bir tekkenin mescidinde değişik kişilerle genç oğlanlar toplanır, değişik nağmelerle tevhid ederken (Tanrı’yı birleyen müzikli vecde gelirken) bunu değiştirerek kimi zaman “dil-i men, canı, men” deseler… kimi zaman da, ‘Sen ulu bir sultansın, canlar içinde cansın’ yahut ‘Cennet cennet dedikleri, bir ev ile birkaç huri isteyene versen onu. Bana seni gerek seni…’ biçiminde beyitler okusalar ne yapmak gerekir.
Cevap: Bunların halleri ve sözleri tam anlamıyla fuhuş olduğu gibi, cennet hakkında dedikleri kötü sözler de açık bir küfürdür. Bu kişilerin öldürülmeleri yasalara uygundur.”
Müzikli ibadet yapmanın “zikr” etmenin, müzik ile Allah’ı çağırmanın, ona dua etmenin bedeli Osmanlı’da “ölüm”dür. Bakın Alevi ozan Aşık Dertli bu zihniyete karşı ne diyor:
“Telli sazdır bunun adı
Ne ayet bilir ne kadı
Bunu çalan anlar kendi
Şeytan bunun neresinde
Venedik’ten gelir teli
Ardıç ağacından kolu
Be Allah’ın sersem kulu
Şeytan bunun neresinde”
Aleviler müzikle yapılan toplu ibadet biçimine o denli önem verirler ki, ibadete başlarken bağlamayı çalacak âşık, bağlamayı eline alır ve üç defa; “Allah, Muhammed, Ali diye niyaz ederek başına götürdükten sonra alıp teline dokunmaya başlar. Bağlamanın adı Alevi Cemlerinde “Telli Kuran”dır. İnsan, “Konuşan Kuran” bağlama ise “Telli Kuran”dır.
Alevi Cemlerinde, Cem ilerleyince toplumun en duygulu, en coşkulu, adeta tüm Ceme katılanların transa geçtikleri anda, erkek ve kadın canlar semaha kalkar ve müzik eşliğinde dönerler. (Dinsel dans ederler)Semahsız bir Cem ayini düşünülemez. Yani semah ibadetin ayrılmaz ve önemli bir parçasıdır.
Aleviler, her türlü baskıya karşın Anadolu’da ibadetlerinde ve günlük hayatlarında baskıcı dinsel anlayışa karşı direnmişler ve müziği dansı güzel sanatların diğer biçimleri olan heykeli, resmi, fotoğrafı vs. yaşamlarından çıkarmamışlardır.
Bugün “‘halk edebiyatı” ve “halk ozanlığı” denilinci; ilk akla gelen Alevi geleneğinden kalan izlerdir. Anadolu halkının dili olan Türkçeyi, bağlamayı, şairini yaşatan kültür; Alevi-Bektaşi kültürüdür.
Kendi varlığına karşı, dıştan yönelen tüm baskılara karşı Alevi halkın sözcüsü olan halk ozanları kendilerini ifade etmenin biçimi olarak şiiri ve bağlamayı asla elden bırakmamışlardır.Toplumun “sözlü tarihi”ni böyle yaratmışlardır.

SORU 69: Aleviler’deÖnemli YerlerNelerdir?
CEVAP: Anadolu Alevileri arasında; derin sevgi, saygı beslenen din uluları arasında “üçler” olarak tanımlanan “Allah-Muhammed-Ali”nin önemli bir yeri vardır. Hz. Ali ve Ehlibeyt ile ilgili, Aleviler arasında bitimsiz bir sevgi ve saygı selini görmemek mümkün değildir.
Ali, Kerbela Olayı, 12 İmamlar hakkında Alevi ozanlarının deyişleri, nefesleri biraraya gelse ansiklopedik bir antoloji oluşur.
Bu sevgi ve saygı selinin Anadolu toprağındaki “serçeşmesi” ise Hacı Bektaş Veli’dir.
Anadolu Alevileri, İslam dininin en önemli ziyaret merkezi sayılan Mekke’deki HAC ziyaretine de saygı duyarlar. Ama Hac’ca gitmeyi İslam olmanın beş şartından biri saymazlar. Bu anlayışı HacıBektaş Veli şöyle ifade etmiştir:
“Hararet nardadır, sacda değildir
Keramet baştadır, taçda değildir
Her ne arar isen kendinde ara
Mekke’de, Kudüs’te Hac’da değildir.
Hac işlevi için değil ama sevip saydıkları için Kâbe dışında, Hz. Ali’nin Hz. Hasan’ın, İmam Hüseyin’in ve diğer İmam’ların Arap coğrafyasındaki mezarlarını ziyaret ederler.
Anadolu Alevileri’nin en önemli ziyaret yerlerinin başında HacıBektaş Veli’nin sağlığında dergahı bulunan, Hak’ka yürüdükten sonra da türbesinin yeraldığıHacıbektaş Kasabası’nda bulunan dergahı gelir.
Bunu, Antalya - Elmalı Tekke Köyü’ndeki Abdal Musa Sultan Türbesi’ni her yıl haziran ayında yapılan törenler izler. Ayrıca, Pir Sultan Abdal’ın, Sivas - Yıldızeli, Banaz Köyü’nde yapılan geleneksel kutlamaları da her yıl temmuz ayında yapılır.
Bunlardan başka, Eskişehir-Seyitgazi ilçesindeki Seyyit Battal Gazi veKalenderi dervişi Külliyesi olan Sücaettin Veli törenleri de her yılhaziran ayında yapılan törenlerdendir.
Isparta-Senirkent’e bağlı Uluğbey beldesinde bulunan Veli Baba Sultan Törenleri ile, İzmir-Kemalpaşa’dakiHamza Baba törenleri de sıcak yaz aylarını daha da ısıtan sevgi ve saygı dolu törenlerdendir.
Bunlara Tokat yöresindeki Keçeci Baba veHubyar Sultan törenlerini ve Kemaliye’deki Hıdır Abdal Sultan Törenleri’ni de ekleyebiliriz.
Bunlardan başka, Anadolu ve Balkanlarda hemen hemen her Alevi-Bektaşi cemaatinin bulunduğu yörede mahalli kabul edilebilecek yüzlerce türbe, yatır, dergâh saymak mümkündür. Macaristan-Budapeşte’de Gülbaba; Bulgaristan’da, Sarı Saltık, Otman Baba, Demir Baba gibi.
İstanbul’da ise Osmanlı döneminde yaşayan 14 Alevi-Bektaşi dergâhına karşılık bugün kapısı hizmete açık 4 dergâh bulunuyor. Bunlar Göztepe’de bulunan Şahkulu Sultan Dergâhı Küçükçekmece’de Garip Dede Dergahı, Zeytinburnu’nda Erikli Baba Dergahı ile Üsküdardaki KaracaAhmet Sultan Dergâhıdır. Bu dergahlar tarihteki işlevlerini sürdürememelerine karşın, bugünde Aleviler’in belli günlerde biraraya geldikleri, acılarını ve sevinçlerini paylaştıkları ortak mekanlardır. Bunları son yıllarda yeni inşa edilen Cem ve Kültür Evleri izlemektedir.
Anadolu Alevileri’nin kutsal günlerinin başında tüm Peygamberlerin ve Hz. Muhammed’in tuttuğu Muharrem Orucu gelir. Bu aynı zamanda Kerbela Olayı ile örtüşür. 12 İmamlar aşkına tutulan 12 gün oruçtan sonra 12 çeşit gıdadan oluşan Aşure kaynatılıp dağıtılır. Bunu kesilen kurbanlar ile yapılan Cem törenleri izler.
Diğer kutsal günler ise, Hızır Nebi, Hızır İlyas, Hıdırellez isimleri ile anılan “Hızır Orucu”dur. Üç gün tutulan bu oruçta anılan “Hızır” halk arasında ölmezlik sırrına erişmiş bir ulu kişidir, kurtarıcı ve yol göstericidir. Hızır darda kalanların imdadına yetişen kurtarıcıdır. Ölümsüzlük sırrına ulaşmış bir eren Dede’dir.
Nevruz da, Alevi geleneğinde kutsal bir gündür. Yılbaşı, baharın başlangıcı, Hz. Ali’nin doğum günü olarak kutsanır. Kurbanlar kesilir, lokmalar dağıtılıp, cemler yapılır.

SORU 70: Aleviler, Camiye İbadet İçin Neden Gitmezler?
CEVAP: Anadolu Alevileri Allah’a inanırlar. Allah’ın birliğine, Hz. Muhammed’in peygamberliğine veHz. Ali’nin veliliğine inançları tamdır. Hatta bunu “Allah-Muhammed-Ali” üçlemesi ile ifade ederler.
AyrıcaKuran’ı kutsal kitapları olarak görürler. Kuran, Hz. Muhammed zamanında değil de daha sonraki halifelerden, önce Ebubekir, sonra Ömer tarafından sahabelerden alınan bilgilerle yazıya geçilmesi sırasında tartışmalar nedeni ile toplanan bazı ayetlerin ve hadislerin yok edildiğini, yakıldığını da iddia ederler.
Eldeki Kuran’ın 3. Halife Osman zamanında oluşmuş olduğundan bazı çekinceleri vardır. Bu düşüncelerini eskiler: “Kuran’a kalem karıştı” diye ifade ederler.
Ayrıca, 620 yıllarının Bedevi Arap toplumunun sosyolojik yapısına uygun getirilen kurallarla değişen sosyal ve toplumsal şartlara rağmen dünyanın sürgit bu kurallarla yönetilmeye kalkılmasının sıkıntılar yaratacağını düşünürler.
Bu nedenlerle Allah’ın dünyamız ve insanlık için söyledikleri Kuran ile sınırlı olamaz derler. Kuran’ı Batıni yoruma tabi tutarlar. Kuran’ın ilham kaynağı olması gerektiğine inanırlar. Bu nedenle de Hz. Ali’yi “Kuran’ı Natık” yani “Konuşan Kuran” olarak değerlendirir ve buyruklarına önem verirler.
Namazın 5 vakit veya 3 vakit olmasını, 30 gün tutulan Ramazan orucunu, İslamın 5 şartından biri olarak görmezler.
Örneğin, Kuran’da 5 vakit namaz kılmanın ne sayısı, ne şekli, ne de yeri olmadığına inanırlar. Namazın bu biçimde ve 5 vakit kılınmasının İslama Emeviler ve Abbasiler zamanında konan kurallardan biri olduğuna inanırlar. Şiilerin namazı 5 değil de 3 vakit kılmalarını da Şiilerin oluşturduğu bir kural olarak değerlendirirler.İslamın 5 şartı olarak ifade edilen şartların da Kuran’da olmadığını, bunların da İslama sonraki dönemlerde girdiğini kabul ederler. 30 gün orucun da Kuran’da olmadığını söylerler.
Gerçekten de Kuran incelendiğinde, oruç ve ibadetten bahseder. Ama ne orucun süresi, ne de ibadetin biçimi ve sayısı Kuran’da yoktur.
Ayrıca Kuran’da camiden ve camide kılınan namazdan da söz edilmiyor. Bu da gene daha sonra İslama giren kurallardan birisidir.
Aleviler bu düşüncelerini Kuran’daki bazı ayetlere dayanarak ileri sürerler: Örneğin ibadetin biçimi ile ilgili olarak Ali İmran Suresi 191. ayette: “Onlar ki, ayakta iken, otururken, yatarken Allah’ı anarlar” şeklinde olduğunu anımsatarak ibadetin bazı kurallara bağlanamayacağını, bunların göstermelik ve şekilcilikten kaynaklandığını düşünürler.
Aleviler, “Her oruç tutmayan, namaz kılmayan Müslümanları bizİslamdan saymazsak bu büyük bir çoğunluk oluşturan insan toplumunu İslam dini dışında saymak (kafir) anlamına gelir ki, buna kimsenin hakkı yoktur. Ayrıca bu İslam’a da aykırıdır” diyorlar.
Bu konuda Kuran’ın Nisa Suresi’nin 94. ayetinde; “Size Müslüman olduğunu bildirene dünya hayatının geçici menfaatlerine göz dikerek, sen mümin değilsin demeyin” diyor. O halde İslam’a sonradan konan şartlar olan 5 şartı yerine getirmeyene İslam değilsiniz denemez.
Aleviler ibadetin ille de camide yapılması gerektiğinide kabul etmiyorlar. Onlar “Yeryüzünün tümü ibadet yeridir” diye düşünüyorlar. İbadet için camiye gitmek gibi bir zorunluluğu gerekli görmüyorlar.
Kendi inançlarına göre, cami etimolojik anlamda tapınak değil, toplantı yeridir. İslamiyet’in ilk yıllarında Hz. Muhammed bir ibadet yeri yapmaya gerek görmemiştir. Çünkü belli bir tapınak oluşturmak ve düzenli olarak sadece orada ibadet yapmak, onun getirdiği inanç sistemine aykırıdır. Nitekim o yıllarda ibadetin özellikle gece yapılması, gösterişten kaçınılması isteniyordu.
Bazı müslümanların Mekke-Medine yolu üstünde Kuba köyünde yaptırdığı camiyi Hz. Muhammed, “Dedikodudan başka bir şeye yaramıyor” gerekçesi ile yıktırmıştır. Peygamber elbette bunu Allah’ın ilhamına aykırı olarak yapamaz.
Bu konuda Kuran’daki 2 ayet ilginçtir. İşte Tövbe Suresi’nde 107. ayet: “Zarar vermek, inkar etmek, müminlerin arasını açmak Allah ve Peygamberi’ne karşı savaşanlara daha önceden gözcülük yapmak üzere bir mescit kurup, biz sadece iyilik yapmak istedik diye yemin edenlerin yalancı olduklarına şüphesiz ki Allah da şahittir.”
Bu ayetin devamındaki 108. ayette ise, bakın Kura’n ne diyor:
“Ey Muhammed, o mescide hiç gitme, Allah’a karşı gelmekten sakınanlarla beraber bulunman daha uygundur. Orada arınmak isteyen insanlar vardır. Allah, arınmak isteyenleri sever.”
Demek ki ibadet yapmak için cami şartı aranamayacağı gibi, her yapılan camiyi “Allah’ın Evi” olarak görmek de doğru değil.
Aleviler, Allah için ille de şu şartlar yerine getirilerek ibadet yapılır gibi katı kurallara katılmıyorlar. Kur’an’daki bir ayet bu düşünceyi de doğruluyor. Bakın Hadid Suresi 4. Ayet ne diyor: “Nerede olursanız olun o sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür.”
Namaz ve cami ilişkisini HacıBektaş Veli soy evlatlarından A. Celalettin Ulusoy; “Alevi Bektaşi Yolu” kitabında bakın şöyle ifade ediyor:
“Hz. Muhammed’den sonra halifeler, özellikle Ümeyyeoğulları ve Abbasoğulları istedikleri düzeyde manevi saygınlığa sahip olamamışlardı. Hükümranlıklarını güçlendirmek için, İslam toplumunun her kesimine ulaşan bir propagandaya gereksinme duyuyorlardı. Bunun o çağda en kolay ve en etkili yolu topluluklara hitap etmek şekli idi. Bu amaçla Müslümanların belli saatlerde belli yerlerde toplanmaları iktidar çevrelerince de teşvik ediliyor ve hatta zorunlu tutuluyordu. Nitekim, Emeviler zamanında camiler Ali’yi ve onun soyunu kötülemek için konuşma yerleri olmuştu.”
Bu ve benzer nedenlerle ibadet için camilere gitmeyen Aleviler-Bektaşiler ibadetlerini, Cemlerini uygun evlerde yapıyorlar. Cemiyetevi veya Cemevi adı ile toplantı yapılan Cem yapılan binaları bulunan köy sayısı yok denecek kadar az bulunuyor.
Aleviler’in Cemine kadın-erkek, yaşlı-genç herkes gelebilir. Dede önderliğinde ve bağlama eşliğinde ibadet yapılır. Oturuş biçimi ise toplumsal ilişkiyi geliştiren, küskünlükleri gideren, kin ve düşmanlık kapılarını kapatıp, barışa kardeşliğe yönelmeyi kolaylaştıran içtenlikli bir ibadet tarzı olarak yüzyüze, cemal cemale oturma biçimindedir. Allah’a ibadet ve dualarla birlikte sohbet, yardımlaşma, kişi ve toplum sorunlarına çare bulma imkanları sağlayan toplu tapınma biçimidir. İnsanın insana yakın olması bu biçim ile daha kolay oluşuyor.
Duvara değil cemale, “didar-ı pak’a” yani temiz insan yüzüne bakmak, insanın yaptığı cami binasından önce Allah’ın özenle yaratıp, “bütün meleklere secde ettirdiği” insanı kutsal görmek Aleviler’de ibadetin esasını oluşturuyor. Bu anlayışla Aleviler; “Secde ademedir”, “Hak ademedir” düşüncesi ile insanı, insan sevgisini dinin esası haline getirmişlerdir.
Alevi-Bektaşinin ibadet tarzını bir ozandan örneklemek gerekirse bakın Edip Harabî ne diyor:
“Zühd ü riya ile olan ibadet
Hatadır Hazreti Settar’a karşı
Böyle namaz ile olamaz ümmet
Hiç kimse Ahmet-i muhtar’a karşı
Tarikatsız mü’min olamaz kimse
Nur’u nübüvvetle dolamaz kimse
Hakk’ı Peygamber’i bulamaz kimse
Yatup kalkmak ile duvara karşı
Allah gözlerine çekmiş bir perde
Yok dersin Allah’ı gökte ve yerde
Gösterelim gel de gör Hakk’ı nerde
Secde eylersin Didar’a karşı”

SORU 71: Alevi İnancında Üçler Kimlerdir?
CEVAP: Alevi inancında Üçler Allah, Muhammed veAli’dir.
Aleviler’de beşler denilince üçlere; Hz.Hasan ve Hz. Hüseyin ilave edilir.
Yediler denilince; Allah, Muhammed, Ali, Hz.Muhammed’in eşiHatice, kızı Fatıma ve torunları; Hasan veHüseyin’dir

SORU 72: Alevi İnancında Ondört Masumlar Kimlerdir?
CEVAP: Muhammed Ekber, Abdullah binİmam Hasan, Abdullah bin İmam Hüseyin, Kasım, Zeynel Aba, Kasım b Zeynel Abidin, Ali Eftar, Abdullah bin İmam Cafer Sadık, Yahya el-Hadi, Salih, Tayyip, Cafer bin Muhammed Taki, Cafer bin Hasan Askeri, Kasım binMuhammedTaki.
Bu ismi sayılanlar çeşitli nedenlerle çocuk yaşta savaşlarda masum olarak katledilen çocuklardır. Alevi inancında onlar kutsaldır, günahsızdır. Onlar kutsanmış ve şefaat dilenir.

SORU 73: On YediKemerbest Kimlerdir?
CEVAP: On YediKemerbest şunlardır: İmam Hasan, İmam Hüseyin, Hadi-iEkber, Abdülvahit, Tahir, Tayyib, Türab, Muhammed Hanefi, Abdurrauf, Ali Ekber, Abdül Karacaahmetsultan, Abdul Celil, Abdurrahim, Abdülmuin, Abdullah Abbas, Abdülkerim, Abdüssamet’tir.

SORU 74: Alevilik’te Dört Kapı Nedir?
CEVAP: Alevilik’te dört kapı insanın kendini eğitip olgun, kâmil insan olma sürecidir. HacıBektaş Veli’nin ilkeleri olarak bilinir.
HacıBektaş Veli; “KulTanrı’ya KırkMakam’da ulaşır, erer, dost olur” diye buyurmuşlardır. Bunlar: Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikattır. Şeriat; insanın anadan doğduğu andır. Dünyaya merhaba dediği andır. Dünyasının bomboş olduğu andır. Tarikat; bir mürşide, büyüğe ikrar vermektir. Marifet, kendi nefsini bilmek nefsinin oyuncağı olmamak için kişinin kendisini eğitmesidir. Hakikat ise; kendini eğitip Hakk’ın kişinin özünde olduğunu keşfetmesidir.

SORU 75: Alevilik’teKırk Makam Nedir?
CEVAP: Kırk makam, dört kapının makamlarıdır. Kişinin kendini eğitme basamaklarıdır. Kişinin, nefsini terbiye edip, kendini mükemmeleştirip olgun, kamil insan olma sürecini bilinçli olarak yaşamaktır. Kırk makam şunlardır.
Her kapının on makamı vardır:
Şeriat kapısının makamları:
1. İman etmek,
2. İlim öğrenmek
3. İbadet etmek
4.Haramdan uzaklaşmak
5. Ailesine faydalı olmak
6. Çevreye zarar vermemek,
7. Peygamberin emirlerine uymak
8. Şefkatli olmak
9. Temiz olmak
10. Yaramaz işlerden sakınmak

SORU
 76: Türkiye’deki Aleviler’in NüfusuNe Kadardır?
CEVAP: 2005 nüfus verilerine göre; Türkiye nüfusu 70 milyondur. Bu rakamın oran olarak yaklaşık %25’i Alevi nüfustur.Bu oranın anlamı ise, Alevi nüfusun yaklaşık 17,5 milyon nüfus olması anlamına gelir.
Alevilerin nüfus oranı Cumhuriyet’in ilk yıllarında da bu oranda bulunuyor.Bu konuda üç kaynak verilebilinir.Birincisi; İttihat Terakki’nin Baha SaitBey’e yaptırdığı araştırmada Alevi nüfus yaklaşık; 4 milyondur. İkinci kaynak Atatürk’ün yanında Erzurum veSivas kongrelerini izleyen Mazhar Müfit Kansu’da Alevi nüfusu; 3-4 milyon olarak belirtir. Üçüncü kaynak ise; EnverBehnan Sapalyo, Mezhep veTarikatler kitabında Alevi nüfusu 6 milyon civarında belirtmesidir. O yıllarda yani 1920 yıllarında Türkiye’deki toplam nüfus; 13,5 milyondur.
Alevi nüfusun ezici çoğunluğu Türkmen’dir. Arnavut, Arap, Kürt yadaZaza Alevi toplam Alevi nüfusun %10’u kadardır.Kürtçe yada Zazaca konuşan Aleviler’de orjin olarak Türkmendir. Kürtçe yada Zazaca’yı daha sonraki yıllarda öğrenmişlerdir.
Alevi nüfusuTürk nüfusunun bir parçasıdır. Yani 70 milyonluk Türk nüfusun bir parçasıdır. Hatta; 200 milyonlukTürk dünyası nüfusunun bir parçasıdır.

SORU 77: Kürt Alevi yada Zaza Alevi Ne Demektir?
CEVAP: Kürt Alevi yadaZaza Alevi demek Kürt yada Zaza olup Aleviliği inanç olarak kendine seçmiş topluluk demektir. Türkiye’de Kürtçe konuşan ve kendini Alevi olarak ifade eden; Elbistan’lı, Kürekcik’li, Pazarcık’lı Aleviler olduğu gibi, Zazaca konuşan Aleviliğe inanan Tunceli’li Aleviler’de vardır.
Fakat bu toplumsal kesimler; Kürt olupta Aleviliği sonradan kendine inanç olarak seçen toplumsal kesimler değildir.Bu toplumsal kesime tarihsel ve sosyolojik olarak bakıldığında bunların Alevi Türkmen olup çeşitli tarihsel zorunluluklar sonucu ortak pazar yaşamı sonucu Kürtçe yadaZazacayı önce öğrenip yüzyıllar sonrada kendi dili olarak gören toplumsal kesimler olduğu anlaşılıyor.
Çünkü; Güney Doğu Anadolu’da yaşayan Kürtler esas olarak, Şafii ve Hanifi inançlıdır. Bu kesimin inanç değiştirip Alevi olmasının tarihsel olarak şartları yoktur.

SORU 78: Nusayri yada Arap Alevi Nedir?
CEVAP: Ülkemizin daha çok; Adana, Mersin, Hatay yörelerinde yaşayan ve halk arasında; Nusayri, Arap uşağı veya Alevi denilen topluluğa aynı zamanda Arap Aleviler denilir.
Nusayri adı, 873 yılında vefat eden 12 imamlardan İmam Hasan Askeri’nin öğrencilerinden Muhammed bin Nusayri’den geliyor. Nusayrilik; Hz. Ali’nin yanında zafer kazanmış askerler anlamına da geliyor.
Nusayriler’in etnik kimliği üstüne bazı tarihçiler; Nusayrilerin; ataları Abbasiler dönemindeHarun Reşit’in oğluMutasım’ın Türk annesinin boyundan, soyundan olan Horasanlı Türkmen kavimlerin devamı olduğunu yazarlar. YaniArap Aleviler olarak bilinen Nusayriler’in Araplaşmış Türkmenler olduğudur. Tıpkı bugün gözümüzün önünde Kuzey Irak’ta Kerkük’te, Suriye’de Araplaşan Türkmenler gibi…
Nusayriler’de bazı Arap etkilenmeler olmakla birlikte esas olarak Anadolu Aleviliğine yakın inanç akidelerine mensuplar. Camiye gitmezler, camide yapılan ibadete katılmazlar. Evlerde ibadet, cem yaparlar.
Ülkemizde yaklaşık 459 bin Arap nüfus olduğu tahmin ediliyor. Bunun ise; yaklaşık 250 bininin Alevi Araplar yaniNusayriler olduğu tahmin edilmektedir.

SORU 79: Arnavut Alevi Var mıdır?
CEVAP: Osmanlı’nın yükseliş döneminde doğu sınırları İran, Ermenistan iken batı sınırları Arnavutluk, Makedonya gibi bölgeleri de içine alarak Avusturya’ya kadar gitmişti.
Arnavutlar, Arnavutluk devletini kuran millettir. Arnavutluk 1900 yıllarına kadar Osmanlı içinde idi. Bektaşilik, tüm Balkanlarda olduğu gibi Arnavutluk’ta da vardı. İşte Arnavut kökenli olupta Aleviliği, Bektaşiliği inanç olarak benimseyen topluma Arnavut Aleviler denir. Örneğin, Şemsettin Sami, Ali Sami Yen, İsmail Fraşeri, EnverHoca gibi kişilikler Arnavut kökenli Alevilerdir.
1500’lü yıllarda Osmanlı ile iyi ilişkiler sonucu Yeniçeri Ocağı içinde önemli görevlere gelen Arnavutlar vardır. Bugünde çeşitli görevlerde olan BektaşiArnavutlar bulunuyor.Kurtuluş Savaşı yıllarında HacıBektaş VeliDergahıBabası Salih NiyaziBaba, yakın zamandaHakk’a yürüyen Turgut Koca Baba, Şevki KocaBaba popüler simalarımızdan AliŞen, General Çevik Bir, Kemal Derviş tanınmış Arnavut kökenli Bektaşilerimizden bir kaçıdır.

SORU 80: Bektaşilik Nedir? Babalık, Dedelik Nedir?
CEVAP: HacıBektaş Veli’nin sağlığında Bektaşilik kavramı yoktur. O’nun Hakk’a yürümesinden sonra O’nun yolundan gidenlere O’ndan el almışlaraBektaşi adı verilmiştir.
Alevi kavram ile Bektaşi kavramı arasında özde bir fark yoktur. Uygulamada, pratikte bazı farklılıklar var. Aleviliğe; köy Bektaşiliği, Bektaşiliğe de kent Aleviliği denirse bu fark biraz daha anlaşılabilir.
En önemli fark ise; Alevi geleneğinde din adamı olan dedelik eğitim ile birlikte babadan oğula geçer. Soy güder. Bir dedenin erkek çocuklarından birinin eğitilip uygun bulunursa biri dede olur. Bektaşilikte ise soy evlatlığı değil, yol evlatlığı esastır. Dergahta eğitilen muhipler önce derviş, sonra halife, daha sonra halife Baba ve son olarakta Dede Baba olurlar. Dede Baba olmak eğitim ve halife babaların seçimi sonucu gerçekleşir. Bu Bektaşilik’te en üst hizmet makamıdır.Hiyerarşinin başı, kutbudur.Yenisi tekrar halife babalar içinde seçimle Dede Baba olur.

SORU 81: Alisiz Alevilik Olur mu?
CEVAP: Toplumsal yapılanmalarda bazı kişilikler bazı oluşumlarla özdeşleşmiştir. Bunlardan birisi de İslam tarihindeki Hz. Ali ve Alevilik arasındaki ilişkidir. Birisinden söz edince otomatik olarak diğer olguyu çağrıştırmaktadır. İslam tarihindeHanefilik ileHz. Ali arasındaki ilişki veya Şafiilik ileHz. Ali arasındaki ilişki, Alevilikte görüldüğü gibi bir çağrışımı yapmamaktadır.
Buna benzer, siyasal tarihte, düşünce tarihinde, dinler tarihinde sayısız örnek vardır. Musa’sız Musevilikten, İsa’sız, Meryem Ana’sız Hıristiyanlıktan, Hz. Muhammed’siz İslamiyetten, Budha’sız Budizmden, Hz. Bahaullah’sız Bahailikten vs. söz edemeyiz.Tıpkı Mark’sız Marksizmden, Mao’suz Çin devrimi’nden, Lenin’siz Sovyet Devrimi’nden Gandi’siz Hindistan’dan, MustafaKemal’siz Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndan söz edemeyeceğimiz gibi.
Bu örnekleri sayfalar dolusu sayabiliriz. Aynı benzerlikleri felsefe dünyasında bilim dünyasında vs. oldukça fazla miktarda sıralayibiliriz.
Son yıllarda ülkemizde Alevilik; kendini yüksek sesle ifade etmeye başladığından bu yana yalnızca kendini özgürce ifade edemediği için değil, aynı zamanda kendi başına güçlü bir içeriğe sahip olduğu için de prestij kazanıyor. Tabii bu durumdan rahatsız olanlar Aleviliğe yönelik eleştirilerinin dozunu bu oranda arttırmaya başladılar. Bu eleştirilerden, geleneksel karşıtları olan EmeviMüslümanlığının eleştirileri yadırganmadı. Ama “düşünce özgürlüğü” adı altında yapılan eleştirilerin bir kısmının Alevileri rahatsız etmediğini söylemek olası değil. Bunlardan birisi deHz. Ali ve Aleviler ilişkisine yönelik eleştiridir. Daha doğrusu Alevi düşüncesindeHz. Ali’nin yerine ilişkin eleştiridir.
Bu zihniyete göre “Aleviliğin İslamla ilgisi yoktur”, “Hz. Ali Alevi değil, Sünniydi, İslam şeriatçısıydı”, “Alevi şeriatıHz. Ali’den doğacak”, “AleviliğiHz. Ali’ye bağladığınız oranda şiddeti de kabul edersiniz”, “Alevi bağnazlığının İslam Hizbullah’ından farkı yok”, “Zaten Hz. Ali’ye bakınız, herhangi bir toplumsal, sınıfsal analiz yapmamış”, “Yazmış olduğu bir kitap da yok”, “Laik ve aydınlanmacı değil”, “Hz. Ali en büyük Alevi katili”, “Beş bin kızılbaşı ateş hendeklerine atmış” vs. vs.
Alevilik İslamiyet’in Türkler tarafından yapılan yorumudur. İslamiyetin Türkçe konuşmasıdır. Alevilik İslam içindeki katı, softa, bağnaz, akıl dışı yorumlara karşı aklı yorumu öne çıkaran, insan sevgisini, eşitliği, bölüşümü, inancın temeline sokan Tanrı inancını insanlaştırarak “enel-hak” diyen eşitlikçi, özgürlükçü, bölüşümcü bir toplumsal yapılanmadır. Onu şiddetle, bağnazlıkla, şeriatçılıkla vs. özdeşleştirmek sadece Aleviliği tanımamak ve ona hakaret etmek değil, aynı zamanda zihin körlüğüdür.
Hz. Ali Aleviler için her türlü kötülüğe karşı olmayı erdemleştirmiş bir semboldür. O’nun felsefesi zalime karşı mazlumun yanında olan yoksulların umududur.
Anadolu ve Türk coğrafyasında Hz. Ali ve Alevilik etle kemik gibidir. O olmadan diğeri olamaz. Anadolu’daki Alevilerin Hz. Ali’ye duydukları sevgiyi, saygıyı, hayranlığı, bağlılığı kelimelerle cümlelerle ifade etmek olası değildir.
Anadolu Alevileri için Hz. Ali’nin yeri o denli erişilmez bir yer ki, bu olguyu hiçbir benzetme ile anlatabilmek mümkün değildir.
Hz. Ali üstüne Anadolu’daki halk ozanlarının sevgi, saygı ve muhabbetlerini ifade eden nefesler bir araya toplansa dev bir antoloji oluşur.
Ali sevgisi ile yanıp tutuşan, inançları uğruna darağaçlarına meydan okuyan, Osmanlı’nın veSelçuklu’nun haksız sömürü düzenine karşı Anadolu halkının sıkılmış yumruğu olan halk ozanlarının yazdıkları nefeslerden Hz. Ali adı çıkarılırsa ortada bomboş bir defter kalır. Anadolu aydınlanmasının tarihi kökleri kazılmış olur.
Pir Sultan Abdal’ın, Virani’nin, Nesimi’nin, Kul Himmet’in, Şah Hatayi’nin yüzlerce nefesi Hz. Ali ile ilgilidir. Alevi tarihinin serçeşmesi olan bu ozanlar Hz. Ali’yi tanımıyorlar mıydı? Alevi halkı ve Aleviliği öğrenmek isteyen insanlar Aleviliği bu kaynaklardan değil de yeni yetme yazarlardan mı öğreneceklerdir?
Günümüzden 1400 yıl önce yaşayan Hz. Ali’nin sınıfsal tahlil yapmadığı, bir kitabının bile olmadığı laik ve aydınlanmacı bile olmadığını savunmaya, kargalar bile katıla katıla güler.
Yukarıda sözünü ettiğim zihniyet, Hz. Ali’yi Alevilerin gözünde düşürmeye çalışıyor. Alevilere, Ali’nin şu şu hataları var, onun arkasından gitmeyin, demeye getiriyor. Peki bu yaklaşım düşünce özgürlüğüne, inanç özgürlüğüne sığar mı?
Bizim kalkıp Hıristiyanlara, İsa iyi değil, şu şu hataları var, toplumun sınıf tahlillerini iyi yapmamış, laikliği de savunmuyor, diyebilme hakkımız var mı? Bizim Musevilerin Musa’sını eleştirip o elektriği bile bulamadı, bilgisayar bilmiyordu vs. diye eleştiri hakkımız var mı? VeyaHindulara, aaa çok ayıp ediyorsunuz, insan aslan varken ineği kutsal kabul eder mi, deme hakkına sahip miyiz? Böyle yaparsak komik duruma düşmez miyiz?
Aleviler veya başka inançlara inananlar, kendini aydın kabul eden insanlardan hangi dine, nasıl, ne şekilde inanmalılar diye fetva beklemiyorlar. Kendilerine dışarıdan nasıl inanacaklarının dikte edilmesini beklemiyorlar. Bu din adamlığına soyunmak olur. Aleviler kendilerini kendileri ifade etmek istiyorlar. Ali’ye mi yoksa Veli’ye mi önceliğin verileceğinin dışarıdan dikte edilmesinin hem kendilerine saygısızlık olduğunu hem de bu işe kalkışanın kendine saygısızlık ettiğini düşünüyorlar.
Hz. Ali veAleviliği şeriatçılıkla vs. özdeşleştirmeye çalışmak, ülkemizde laikliğin en kararlı savunucusu olan bu toplumsal yapıyı dinamitlemeye çalışıp şeriatçılığın hesabına çalışmaktan başka bir şey değildir.
Ali’yi Alevilikten veya AleviliğiAli’den ayırırsanız, bu iki kavramın birlikte oluşturduğu değerler toplamını ortadan kaldırmış olursunuz. Bu değerler toplamı soyutlanırsa sadeceİslamın bağnaz, softa yorumu ortada kalır.

SORU 81: Alisiz Alevilik Olur mu?
CEVAP: Toplumsal yapılanmalarda bazı kişilikler bazı oluşumlarla özdeşleşmiştir. Bunlardan birisi de İslam tarihindeki Hz. Ali ve Alevilik arasındaki ilişkidir. Birisinden söz edince otomatik olarak diğer olguyu çağrıştırmaktadır. İslam tarihindeHanefilik ileHz. Ali arasındaki ilişki veya Şafiilik ileHz. Ali arasındaki ilişki, Alevilikte görüldüğü gibi bir çağrışımı yapmamaktadır.
Buna benzer, siyasal tarihte, düşünce tarihinde, dinler tarihinde sayısız örnek vardır. Musa’sız Musevilikten, İsa’sız, Meryem Ana’sız Hıristiyanlıktan, Hz. Muhammed’siz İslamiyetten, Budha’sız Budizmden, Hz. Bahaullah’sız Bahailikten vs. söz edemeyiz.Tıpkı Mark’sız Marksizmden, Mao’suz Çin devrimi’nden, Lenin’siz Sovyet Devrimi’nden Gandi’siz Hindistan’dan, MustafaKemal’siz Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndan söz edemeyeceğimiz gibi.
Bu örnekleri sayfalar dolusu sayabiliriz. Aynı benzerlikleri felsefe dünyasında bilim dünyasında vs. oldukça fazla miktarda sıralayibiliriz.
Son yıllarda ülkemizde Alevilik; kendini yüksek sesle ifade etmeye başladığından bu yana yalnızca kendini özgürce ifade edemediği için değil, aynı zamanda kendi başına güçlü bir içeriğe sahip olduğu için de prestij kazanıyor. Tabii bu durumdan rahatsız olanlar Aleviliğe yönelik eleştirilerinin dozunu bu oranda arttırmaya başladılar. Bu eleştirilerden, geleneksel karşıtları olan EmeviMüslümanlığının eleştirileri yadırganmadı. Ama “düşünce özgürlüğü” adı altında yapılan eleştirilerin bir kısmının Alevileri rahatsız etmediğini söylemek olası değil. Bunlardan birisi deHz. Ali ve Aleviler ilişkisine yönelik eleştiridir. Daha doğrusu Alevi düşüncesindeHz. Ali’nin yerine ilişkin eleştiridir.
Bu zihniyete göre “Aleviliğin İslamla ilgisi yoktur”, “Hz. Ali Alevi değil, Sünniydi, İslam şeriatçısıydı”, “Alevi şeriatıHz. Ali’den doğacak”, “AleviliğiHz. Ali’ye bağladığınız oranda şiddeti de kabul edersiniz”, “Alevi bağnazlığının İslam Hizbullah’ından farkı yok”, “Zaten Hz. Ali’ye bakınız, herhangi bir toplumsal, sınıfsal analiz yapmamış”, “Yazmış olduğu bir kitap da yok”, “Laik ve aydınlanmacı değil”, “Hz. Ali en büyük Alevi katili”, “Beş bin kızılbaşı ateş hendeklerine atmış” vs. vs.
Alevilik İslamiyet’in Türkler tarafından yapılan yorumudur. İslamiyetin Türkçe konuşmasıdır. Alevilik İslam içindeki katı, softa, bağnaz, akıl dışı yorumlara karşı aklı yorumu öne çıkaran, insan sevgisini, eşitliği, bölüşümü, inancın temeline sokan Tanrı inancını insanlaştırarak “enel-hak” diyen eşitlikçi, özgürlükçü, bölüşümcü bir toplumsal yapılanmadır. Onu şiddetle, bağnazlıkla, şeriatçılıkla vs. özdeşleştirmek sadece Aleviliği tanımamak ve ona hakaret etmek değil, aynı zamanda zihin körlüğüdür.
Hz. Ali Aleviler için her türlü kötülüğe karşı olmayı erdemleştirmiş bir semboldür. O’nun felsefesi zalime karşı mazlumun yanında olan yoksulların umududur.
Anadolu ve Türk coğrafyasında Hz. Ali ve Alevilik etle kemik gibidir. O olmadan diğeri olamaz. Anadolu’daki Alevilerin Hz. Ali’ye duydukları sevgiyi, saygıyı, hayranlığı, bağlılığı kelimelerle cümlelerle ifade etmek olası değildir.
Anadolu Alevileri için Hz. Ali’nin yeri o denli erişilmez bir yer ki, bu olguyu hiçbir benzetme ile anlatabilmek mümkün değildir.
Hz. Ali üstüne Anadolu’daki halk ozanlarının sevgi, saygı ve muhabbetlerini ifade eden nefesler bir araya toplansa dev bir antoloji oluşur.
Ali sevgisi ile yanıp tutuşan, inançları uğruna darağaçlarına meydan okuyan, Osmanlı’nın veSelçuklu’nun haksız sömürü düzenine karşı Anadolu halkının sıkılmış yumruğu olan halk ozanlarının yazdıkları nefeslerden Hz. Ali adı çıkarılırsa ortada bomboş bir defter kalır. Anadolu aydınlanmasının tarihi kökleri kazılmış olur.
Pir Sultan Abdal’ın, Virani’nin, Nesimi’nin, Kul Himmet’in, Şah Hatayi’nin yüzlerce nefesi Hz. Ali ile ilgilidir. Alevi tarihinin serçeşmesi olan bu ozanlar Hz. Ali’yi tanımıyorlar mıydı? Alevi halkı ve Aleviliği öğrenmek isteyen insanlar Aleviliği bu kaynaklardan değil de yeni yetme yazarlardan mı öğreneceklerdir?
Günümüzden 1400 yıl önce yaşayan Hz. Ali’nin sınıfsal tahlil yapmadığı, bir kitabının bile olmadığı laik ve aydınlanmacı bile olmadığını savunmaya, kargalar bile katıla katıla güler.
Yukarıda sözünü ettiğim zihniyet, Hz. Ali’yi Alevilerin gözünde düşürmeye çalışıyor. Alevilere, Ali’nin şu şu hataları var, onun arkasından gitmeyin, demeye getiriyor. Peki bu yaklaşım düşünce özgürlüğüne, inanç özgürlüğüne sığar mı?
Bizim kalkıp Hıristiyanlara, İsa iyi değil, şu şu hataları var, toplumun sınıf tahlillerini iyi yapmamış, laikliği de savunmuyor, diyebilme hakkımız var mı? Bizim Musevilerin Musa’sını eleştirip o elektriği bile bulamadı, bilgisayar bilmiyordu vs. diye eleştiri hakkımız var mı? VeyaHindulara, aaa çok ayıp ediyorsunuz, insan aslan varken ineği kutsal kabul eder mi, deme hakkına sahip miyiz? Böyle yaparsak komik duruma düşmez miyiz?
Aleviler veya başka inançlara inananlar, kendini aydın kabul eden insanlardan hangi dine, nasıl, ne şekilde inanmalılar diye fetva beklemiyorlar. Kendilerine dışarıdan nasıl inanacaklarının dikte edilmesini beklemiyorlar. Bu din adamlığına soyunmak olur. Aleviler kendilerini kendileri ifade etmek istiyorlar. Ali’ye mi yoksa Veli’ye mi önceliğin verileceğinin dışarıdan dikte edilmesinin hem kendilerine saygısızlık olduğunu hem de bu işe kalkışanın kendine saygısızlık ettiğini düşünüyorlar.
Hz. Ali veAleviliği şeriatçılıkla vs. özdeşleştirmeye çalışmak, ülkemizde laikliğin en kararlı savunucusu olan bu toplumsal yapıyı dinamitlemeye çalışıp şeriatçılığın hesabına çalışmaktan başka bir şey değildir.
Ali’yi Alevilikten veya AleviliğiAli’den ayırırsanız, bu iki kavramın birlikte oluşturduğu değerler toplamını ortadan kaldırmış olursunuz. Bu değerler toplamı soyutlanırsa sadeceİslamın bağnaz, softa yorumu ortada kalır.

SORU 84: Alevilik Ayrı Bir Din midir?
CEVAP: Alevilik, İslamiyet’in bir yorumudur. Aleviliğin tarihi İslamiyet’in ilk yıllarına dek gider. Aleviler; Allaha, İslamiyet’in kitabı Kur’ân-ı Kerim’e, peygamberi Hz. Muhammed’e inanırlar. Hz. Muhammed’in vefatından sonra ise peygamberin vasiyeti gereği halife olarak Hz. Ali’nin hilafetine inanırlar.
Aleviler ibadetlerinde; Allah’ın adını, peygamber Hz. Muhammed’in adını, Kur’ân’ı Kerim’i veHz. Ali’yi ve diğer Alevi ulularının adlarını anarak yaparlar. Aleviler’in “yedi uluları” olarak kabul edilen; Fuzuli, Nesimi, Hatayi, Yemini, Virani, Kul Himmet, Pir Sultan Abdal yazdıkları eserlerinde nefeslerinde sürekli bu argümanlar sıkça kullanılır. Örneğin bu divanlara baktığımızda; Allah, Muhammed, Ali, Kur’ân, 12 İmam vs. adları sıklıkla geçiyor. Peki bu kavramlar hangi dine ait kavramlardır. İslam dışında; Muhammed, Ali, Kur’ân, 12 İmamlar, Kerbela vs. kavramları var mıdır?
Herhalde Aleviliğin ne olduğunu Pir Sultan Abdal’dan daha iyi ifade edemeyiz. Bakın Pir Sultan Abdal bir nefesinde;
“Muhammed dinidir bizim dinimiz,
Tarikat altında geçer yolumuz,
Cibril-i emindir hem rehberimiz,
Biz müminiz mürşidimiz Ali’dir,” diyor.
Görüldüğü gibiPir Sultan Abdal; “Muhammed dinidir bizim dinimiz” diyor. Hz. Muhammed’in dininin adı İslamiyet değil mi? Hz. Muhammed’in, Hz. Ali’nin başka dini var mı? Pir Sultan Abdal ne dediğini bilmiyor mu? Benzer nefesler tüm Alevi-Bektaşı edebiyatında binlerce adet bulunuyor.
Son dönemde; bazı kişi ve kurumlar Aleviliği İslam’dan veTürkmen kimliğinden uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Bu kişiler bu ilişkilendirmeyi yaparak direk ya da dolaylı olarak Aleviliği “azınlık” gösterme gayreti içinde bulunuyorlar. Aleviliği İslam’dan veTürkmen kimliğinden uzaklaştırarak “azınlık” grup olarak tanımlamaya çalışıyorlar. Aleviliği İslam’dan veTürkmen kimliğinden uzaklaştırmaya çalışanlar bu gayreti “inançsal” nedenlerle yapmıyorlar. Çünkü, bu insanlar “la dini” insanlar.Bu kişi ve kurumlar bu gayretlerini siyasal kaygıları nedeni ile yapıyorlar. Bu gayreti gösteren kişiler siyasal olarak; “Kürtçü,” “AB yanlısı” “ABD yanlısı”, “Sosyalist”, “ataist” olarak kamuoyunda bilinen kişi ve çevrelerdir.
Bu kişiler bir dönem; “Alisiz Alevilik” tezini ortaya attılar. Sonra; “Alevilik Kürt kültürünün patlamasıdır” dediler. Bazıları; “Alevilik, sosyalizmin müsahibidir” dediler. En son imalatları ise; “Alevilik İslam dışındadır, Alevilik ayrı bir dindir. Dolayısıyla Alevilik azınlıktır.” tezini savunuyorlar.
Kamuoyunda; Kürtlerin % 90’ının ABD ve AB nin birlikte gerçekleştirdiği Irak işgalini savunduğu biliniyor. Acaba birileri Alevileri “Kürtlükle” ve “Azınlıklıkla” ilişkilendirilerek ABD ve AB’nin Ortadoğu’daki işgaline destek mi yapmaya çalışıyorlar? İşgalci ABD ve AB’yi destekleyen işbirlikçi Kürtler’e ortak mı yapmaya çalışıyorlar?
Bu ve benzer tezleri savunanlar art niyetli değillerse o zaman korkunç bir bilgisizlik girdabında bulunuyorlar.
Bakalım dinler tarihinde olaylar nasıl olmuş. Dinler tarihinde hiçbir din doğduğu şekliyle sürgit kalmamıştır. Çok tanrılı dinler de, tek tanrılı dinler de süreç içinde değişmiştir. Bir dizi farklı yorum oluşmuştur.
Semavi dinler yani göksel dinler ya da tek tanrılı dinler Musevilik ile başlar. Museviliğin bugün yekpare olduğunu söylemek mümkün değildir. Musevilik içinde bir dizi farklı yorum bulunuyor. Birbirine zıt yorumlar bulunuyor. İsevilik bile Museviliğin “bozulduğu” iddiası ile ortaya çıkmış ve ayrım çizgileri o kadar aralanmışki ardından ayrı bir din oluşmuştur. Dinler tarihi böyle oluşumlara tanık olmuştur.
Bugün yaklaşık bazı tasniflere göre; 71 bazılarına göre ise, 100 civarında mezhepten ve farklı yorumdan oluşan Hz. Musa’nın dini Musevilik içinde farklı mezheplerin adını vermek gerekirse bazıları şunlardır; 1) Hahami Mezhebi, 2) SamriMezhebi, 3) Karayı Mezhebi, 4) Suduki Mezhebi, 5) Furusim Mezhebi, 6) Hisid Mezhebi, 7) Kabal Mezhebi, Reşabit Mezhebi, 9) Asei Mezhebi 10) Filen Mezhebi, 11) Taraput Mezhebi, 12) Şazdım Mezhebi, 13) Sabatey Mezhebi, 14) 1754’de kurulan Matrinist Mezhebi, 15)Mormon Mezhebi, 16) Abyonit Mezhebi, 17) Semani Mezhebi’dir.
Museviliğe dünya üstünde nerede ise sadeceYahudiler inanmaktadır. Bunların nüfusları ise bütün dünyada 5 milyon civarındadır. Buna karşın 70 ile 100 civarında mezhep oluşmuştur. Bunlardan örneğin; Kabala Mezhebi ile diğer bazı mezhepler birbirine 180 derece zıt anlayışlara sahiptir. Bu mezheplerden Taraput mezhebi evlenmeye karşıdır. Reşabit Mezhebi ise, ziraat yapmayı ve emlak sahibi olmayı yasaklamıştır. Asei Mezhebi ise, evlenmeye ve savaşa karşıdır. İbadethanelerde yaşarlar. 150 yılında kurulmuştur. Bütün mallar ortaktır. Sabatey Mezhebi ise Yahudilerin Rafizileri olarak yorumlanır. Dinsel anlayışları birçok Yahudi mezhebinden oldukça farklıdır.
Museviliğin kutsal kitabı Tevrat ile ilgili olarakta mezhepler arasında farklı yorumlar var. O’nu tasavvufi olarak yorumlayan ayetlere, değişik anlamlar veren anlayışlar olduğu gibi bu anlayışa karşı çıkanlarda vardır. Bu mezhepler içindeTevrat’ta Hz. İsa’nın geleceğine inananlar olduğu gibi bu anlayışa çok hiddetli karşı çıkanlarda bulunuyor. Ama tüm bu farklılıklara karşın tüm yorumlar Musevilik içinde telakki ediliyor. Musevilik çemberi içinde ifade ediliyor.
Aynı duruma bir de Hıristiyanlık içinde bakalım. Hıristiyanlık’ta ilk kurulduğu yıllarda olduğu gibi kalmamıştır. Dinin peygamberi bile çarmıha gerilmiştir. Farklı dinsel yorumlar İsa’nın sağlığında olduğu gibi çarmıha gerildikten sonra da devam etmiştir. Hıristiyanlıkta; İsa, Meryem, Ruhul-Kudüs tartışması hep yaşanmıştır. Bugün bile yaşamaya devam ediyor.Bir yoruma göre ise; Hıristiyanlık ayrı göksel bir din değildir. O Musa’nın dininin devamıdır. Bu nedenle “İsevilik aslında Musevilik’tir” deniliyor.
Hıristiyanlık içinde de çeşitli tasniflere göre bazıları 72 mezhepten bazıları ise güncel yorumlarla birlikte 200’ü aşkın farklı Hıristiyan yorumdan sözediyor. Tarihe mal olmuş bazı Hıristiyan Mezhep ya da yorumlarının bazıları şunlardır.
1) LatinKatolikliği, 2) Rum Katolikliği, 3) Geldani Katolikliği, 4) ErmeniKatolikliği, 5)SüryaniKatolikliği, 6) Maroni Katolikliği. Ayrıca bunlara bağlı onlarca alt ayrım bulunuyor. 7) Ortodokslar. İstanbul Fener Patrikliği. Rus Ortodokslar, 9) Nasturiler, 10) Sen Tomaslar, 11) Monofizitler, 12) Otişsitler, 13) Monofizit Yakubiler, 14) Monofizit Ermeniler, 15) Monotelizmciler 16) Ariyanizım Hıristiyanlar, 17) Hususi Uniterciler, 1 Uniter Aetüsler, 19) Susiyenler, 20) Onomitler, 21) Martin Luther Hıristiyanlığı ya da Protestanlar. 1529 da kurulur. a) Alman Protestanları, b) Fransız Protestanları, c) İngiliz Protestanları (Anglikanlar) 22) Juvengilien Protestanlar, 23)Kalvinistler, 24) Protestan Labadiler, 25) Protestan Elapserler, 26) Protestan Erminiyenler, 27) Prespiteryan Protestanlar, 2 Anglikan Protestanlar, 29) Poriten Protestanlar, 30)Non Konformist Protestanlar, 31) Viglif Protestanları, 32) Lolar Protestanlar, 33) Janttus Protestanlar, 34) Jerum Protestanlar, 35) İnciliyen Protestanları 36) Antoziyasit ya da (Lyon Fukaraları) Protestanları, 37) Antoziyasit Protestanların Kongre Gasyenalistleri ya daProtestanların Rafizi yani sapkın kesimine verilen isim. 3 Antiziyasit Protestanların Anabatist kolu, 39) Antoziyasit Protestanların Menosit Kolu. Bunlara “barışsever” adı verilmiştir. 40) Antoziyalist Protestanların Kaker KardeşliğiKolu. Bunlara “Dost Hıristiyanlar Birliği” adı verilir. Bunlar; ava gitmezler, yemin etmezler 41) Antoziyasit Protestanların Kiyesit kolu. Bunlar ruhun kemale ermesini ve her türlü dünya işlerini terk ederek tefekkürü savunurlar. Yunanistan’daki Aynaroz papazları bunlara dahildir 42) Antoziyasit Protestan Meravist Kardeşliği Kolu. 1721 de İsviçre’de kurulur. Bütün günahların Hz. İsa’nın ölümü ile affolunduğuna inanırlar. Vicdan muhakemesi ile Hakk’a ulaşılacağına inanırlar. Hz. İsa’nın yalnız ruhi huzurunu kabul ederler. 435. Antoziyasit Protestanların Piyetist Kolu, 1689daBerlin’de oluşur. İnsanoğlunun nefse ait terbiyesini savunurlar. 44) AntoziyasitProtestanların Metodist Kolu 1730’da İngiltere’de kurulmuştur. Sabah ve akşam açık havada ibadet ederler. 45) Antoziyasit Mormonlar, 1828 de ABD’de kurulur. Çok kadınla evliliği savunurlar: 46) Antoziyasit Südenburjiyen Kolu; 1734’de kurulur. 47) Antoziyasit İkonohılast Kolu. Bizans protestanlarıdır. 4 Antosiyasit Sen Jancılar. Bunlar YahyaPeygamberi tanıyıp İsa’yı tanımazlar. Bunlara göre Cenabı Hak bir cisimdir, Cebrail’de oğludur. Hz. İsa’ya ait bu düşüncelerine karşın Hıristiyan mezhebi olarak sayılmaları ilginç ve öğretici bir durumdur. 49) Antoziyasit Abyonitler. Abyan adlı bir Yahudi kurmuştur. İncil’i kabul ederler. Ama İsa’nın ulühiyatını reddederler. Bunlara “Harici” adı da verilmiştir. İlginç yanıHıristiyanlık içinde sayılmalarıdır. 50) SemaniMezhebi, Semun adlı bir Yahudi kurar. Kendisini Allah’ın oğlu olduğunu iddia eder. 51) Apolonyus Dutan Mezhebi. 52) Menandır Mezhebi, 53) Manes Mezhebi (Mecusilikten veManicilikten etkiler vardır) 54) Şapelin Mezhebi 55)Donatis Mezhebi, 56) Peoj Mezhebi. Bunlara göre insanlar masum doğmuştur. Vaftiz etmeyelüzum yoktur. 57) Vijlans Mezhebi; Bu mezhepte papazların evlenmemelerini savunuyor. 5 Bogomil Mezhebi. Bunlarda Ortodoksların Rafizileri kabul ediliyor. Kiliselerin birçok ayinini reddederler. Bu mezhebe girenler işlerini bırakır ibadetle meşgul olurlar. Hz. İsa’ya babamız derler. 59) Bazilit Mezhebi, 60) Sernt Mezhebi, 61) Dozite Mezhebi, 62) Marsiyon Mezhebi, 63) Serdon Mezhebi Hz. İsa’nın hayal olduğunu savunurlar. İncil’in bir kısmını inkar ederler. Ama buna rağmen Hıristiyanlık içinde sayılırlar, 64)Bardzan, 65) Velanten Mezhebi, 66) Karpokrat Mezhebi, 67) Duset Mezhebi. Hz. İsa bir insandır. Ceseti ceza görmemiştir derler. 6 Dolsinit Mezhebi, 69) Montanist Mezhebi.Papaz Montans 212 de kurmuş. Ben peygamberim diye iddiada bulunmuştur. 70) İon Mezhebi, 71) Gonostik Mezhebi. Bunlar vahiyleri inkar ediyorlar. Allah’tan başka üç varlıktan sözediyorlar.
Görüldüğü gibi birbirine ters ve Hıristiyanlığın esaslarına bile ters Hıristiyan mezhep ve tarikatleri vardır. Bu ve benzer durumlar dinler tarihinde görülen olgulardır. Bu oluşumlardan başka; Cizvit tarikatlardan, Kapusen tarikatlerden, Kuloni tarikatları gibi haçlı seferlerini düzenleyen tarikatlardan da sözetmek gerekiyor.
Şimdi ise, İslam içindeki farklı yorumlara mezhep ve tarikatlere kısaca bakalım. İslam içindeki farklı yorumları anlatan en eski eser, “Makalatül-İslamin” adı verilen Ebul-Hasan-Ali bin İsmailûl Eşan’nin yazdığı kitaptır. Eşari; “Müslümanlar Peygamberlerinden sonra birçok hususlarda ihtilâf etmişler ve birbirlerini kötülemişlerdir. Bu yüzden karışık hizipler husule gelmiştir. Bunlar İslam umumi namı altında toplanmaktadırlar, İslam arasında ilk ihtilâf imamet meselesinde meydana gelmiştir” dedikten sonra, “İmamet meselesi üstüne müslümanlar on kısma ayrıldılar.” diyor.Bunların; Şiiler, Hariciler, Mürcie,Mutezile, Cehmiye, Zarariye, Amme, Hüseyniye, Bekriyye, Külabiyye olduğu yazılıdır. Şiiler’de üç kısma bölünürler. Bunlardan birincisi; Galiyyecilerdir. Bunların özelliğiHz. Ali ile ilgili olarak aşırı sevgi ve saygı duymalarıdır. Bunlarda 15 fırkadır. Bunlardan birincisi; “Beyaniyye”dir. Bunların özelliği “Allahı insan suretinde” görmeleridir. Bunlara “Beyancılar” denir.
Makalatül İslamin adlı eserin ikinci kısmınde ise, Rafiziler’den bahsetmektedir. Bunların ise 24 fırka olduğu yazılıdır: Rafizileri ise farklı yorumları nedeni ile 14 fırka olarak tasnif edilmiştir. Hariciler ise 3 fırka olarak yazılıdır. Bu eser İslam’ın ilk döneminde 73 fırka olduğunu yazmaktadır.
Enver BehnanŞapolyo’nun 1950’li yıllarda hazırladığı; “Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi” adlı kitabındaTürkiye’de yaşayan bazı İslami oluşumları şöyle tasnif etmiştir.
1) Yesevilik (Ahmet Yesevi)
2)Mevlevilik (Mevlana Celalettin)
3)Bayramilik (HacıBayram Veli)
4) Melamilik (Mevleviliğin bir kolu)
5) Nakşibendilik (Bahaddin Nakşibent)
6) Kadirilik (Abdülkadir Geylani)
7) Rufailik (Seyit Ahmet Rufai)
Halvetilik (Ömer Halvet)
9) Bedeviyye (Ahmet Bedevi)
10) Şazeliye (Şeyh Lazali)
11) Şühreverdiyye (Ömer Sühreverdi)
12) Kübreviyye (Necmettin Kübra)
13) Düsukiyye (Burhanettin Düsuki)
14) Sadiyye (Şeyh Sadettin)
15) Celvetiyye (Aziz Mahmut Hüdayi)
16) Alevilik
17) Ahilik
1Bektaşilik
19) Şiilik (Şeyh Safiyeddin)
20) Hurufilik azlullah Hurifi)
21) Nusayriler
22) Dürziler
23) İsmaililer
24) Mazdekiler
25) Babekiler
26)) Mübeyyeza
27) Hasan Sabbah
2 Karmatiler
29) Melahide
30) Ayyarlar
31) Babilik
32) Simaviler (Şeyh Bedrettin)
33)Babaiyye (Şeyh Ali Ahmet)
34) Bahailik (Şeyh Bahaullah)
35) Vehhabiler (Mehmet bin Abdülvehap)
36) Zeydiyye (Tmam Zeyd)
37) Sünusiyye (Şeyh Mehmet Sünusi)
3 Düsükiyye (İbrahim Düşüki)
39) Ruşeniyye (Ömer Ruşeni)
40) Gülşeniyye (Pir İbralim Gülşeni)
41) Sünbüliye (Mehmet KutbiEfendi)
42) Şabaniye (Şaban Veli)
43) Ahmediyye (Ahmet Şemsettin Marmaravi)
44) Sinaniyye (Pir Ümmi Sinan)
45) Uşakiyye (PirHasan Uşaki)
46) Celvetyye (Şahap Efendi)
47) Ramazaniyye (ŞükrüEfendi)
4 Mısriyye (Şemsettin Efendi)
49) Raufiyye (Ahmet Raufi)
50) Cihangiriye (Mehmet Resmi Efendi)
51) Sivasiyye (NuriSivasi)
52) Halidiyye (Halit Süleymaniyevi)
53) Eşrefiye (Şeyh Eşrefzade)
Enver Behnan Şapolyo’nun kitabından sadeceİstanbul’da Kadiri tekke sayısının; 65, Nakşi tekkesayısının; 95, Rufai tekke sayısının; 40,Halveti tekke sayısının; 69, Celveti tekke sayısının; 34, Mevlevi tekke sayısının; 5, Şünbüli (26), Sadiyye (34), Şabaniyye (24) Cerrahiyye, (12) Bedeviyye ( Bayramiyye (9), Uşaki, Gülşeni ve Sinani’nin toplam; 15 adet olduğunu öğreniyoruz.
Osmanlı döneminde Harilizade Kemalettin Efendi tarafından yazılan 3 ciltlik; “Tibyan vessailül hakâyık Fibeyani SelasiliTarayık” adlı eserde farklı İslami yorumlar ihtiva eden tarikat sayısının kitaptaki başlıklardan; 167 tane olduğunu görüyoruz. Kitap tahminen 1500 yıllarında yazılmış bir kitaptır. O günden bugüne yaklaşık 500 yılın daha geçmiş olduğu düşünülürse bugün İslam dünyasında yaklaşık 400 farklı İslami yorumdan sözetmek abartı sayılmaz. Sadece Türkiye’deki farklı İslami yorum sayısı ise yaklaşık 100 civarında denebilir.
Bu kümelenmelerin birbirinden farklı yanları bulunmasa ayrı olmalarının anlamı olmaz. Bu farklılıklar yüzyıllardır yaşadığına göre demekki, İslamı farklı yorumluyorlar. Ama yinede sıra tasnife gelince Musevilik’te veHıristiyanlık’ta olduğu gibi farklılıklar İslami daire içinde yorumlanmaktadır.
Bizde son yıllarda bazı kişi ve kurumlar kalkıyor Aleviliğin diğer İslami yorumlardan farklı olan yanlarını öne çıkararak İslam dışında ayrı bir din olduğunu iddia ediyorlar. Görüldüğü gibi her dinde birbirinden farklı yorumların olması normaldır. BizdeSünnilik içinde bile çok farklı İslami yorumlar görüyoruz. Örneğin; Prof. Dr.Yaşar Nuri Öztürk’ün, Prof. Dr. Ethem Ruhi Fıglalı’nin, Prof. Dr. Süleyman Ateş’in, Prof. Dr. Beyza Bilgin’in, Prof. Dr. Hasan Onatlı’nın İslami yorumları ile, El Kaide’nin, Taliban’ın, Hizbullah’ın, Aczmendiler’in İslami yorumunu bir görmek mümkün mü?
Bu farklılıkları görmezsek bir görürsek sıradan mütedeyyin müslümanlara haksızlık etmez miyiz? O zaman Prof. Öztürk’e, Prof. Bilgin’e, Prof. Fıglalı’ya, Prof. Onatlı’ya ve benzer kişilere haksızlık etmiş olmaz mıyız?
İslam içinde yüzlerce yorum bulunuyor.Bunlardan biriside Alevilik’tir. Bu gibi durum dinler tarihinde sıkça görülen durumdur. Alevilik; bazı Sünni yorumlara çok uzaktır. Bazılarına göre ise daha az uzaktır. Alevilik Sünnilik değildir diye Alevilik İslam değildir demek hatalı bir saptamadır. Aleviliği yaşayan herhangi bir İslami yorum ile kıyasla***** onun İslam içinde olup olmadığını saptayamayız. Aleviliğin İslam içinde olup olmadığının saptanmasının yolu; birincisi inananların kendini nasıl ifade ettikleri, İslam ile nasıl ilişkilendirdikleridir. İkincisi ise; Aleviliğin dinsel referansları ile İslam’ın ilişkili olup olmadığıdır. İnanan Aleviler kendilerini İslam ile ilişkilendirirken Hanefi ya da Şafii olmadıklarını ama müslüman olduklarını ifade ederler.Bu konuda en küçük çekinceleri yoktur. Ama bu soru inanmayan, ateist bir Aleviye sorulursa yanıt farklı olabilir. Yani Müslüman değilim diyebilir. Bu durum Hanefi ya da Şafii anne-babadan doğan ama kendini ateist, sosyalist, laik vs. değerlendiren kişi için de geçerlidir. O da kendinin müslüman olmadığını söyleyebilir.
İslam ile Aleviliği ilişkilendirme meselesine gelince; Aleviler, Allah’a, Hz. Muhammed’e, Kur’ân-ı Kerim’e inanırlar. Peki bu değerler İslam dini içindeki değerler değil midir? Aleviler; Hz. Ali’ye olağanüstü sevgi ve saygı gösterirler. 12 İmamlar’ı sever sayar, uğruna ölümü göze alırlar. Kerbela Olayı’na özel duyarlılık beslerler. Bu değerler İslam dışındaki olgular mıdır?
Alevi cemlerinde söylenen nefesler bu değerler üstüne yürür. Tüm Alevi nefesleri, Alevi edebiyatı bu değerler üstüne yoğunlaşmıştır. Bu kavramlara İslam dışında adres göstermek bilgisizlik değilse art niyetten başka bir şey değildir.
Aleviliğin İslam dışı ya da ayrı bir din olduğunu inanan herhangi bir Alevi savunmuyor. Bu düşünceyi Alevi anne ve babadan da doğsa Aleviliğe inançsal olarak mesafeli olan bazı kişiler savunuyor. Bunların bir kısmı siyasi olarak Aleviliği kullanmak istedikleri için Aleviliği siyasileştirmek için bu düşünceyi savunuyorlar.
Türkiye’de olduğu gibi Avrupa’da da Aleviler özgürce ibadetlerini yapamıyorlar. Almanya, Hollanda gibi ülkelerde Türk vatandaşlarının din işlerini Diyanet İşleri teşkilatı yürütüyor. AB tarafları bazı kişi ve sivil toplum örgütleri diyorlarki; Siz kendinizi müslüman olarak ifade ederseniz biz karışamayız. Ne zamanki biz Aleviler İslam değiliz, İslam dışında azınlık bir diniz derseniz biz size yardımcı oluruz. Avrupa’daki bazı kişi ve kurumlar bu nedenle Aleviler’in “azınlık” olduğu İslam dışında “ayrı bir din” oldukları iddiasında bu nedenle bulunuyorlar. Aslında AB’nin bu yaklaşımı, Aleviler’in sorunlarını düşünmekten çok Aleviler’i azınlık statüsüne sokarak laik Türkiye karşıtı bir pozisyonda yer almalarını sağlamaktır. Çünkü bu anlayış giderek “azınlık” dinden “etnik azınlık” üretme çabasına dönüşüyor. AB’nin Aleviler’isiyasetlerinde kullanabilmelerinin bazı şartları ne yazık ki vardır. Bu şartlar ortadan kaldırılmazsa bu potansiyel kullanılmaya açıktır. Bunun sorumlusu ise Aleviler’in en insani sorunlarına karşı “üç maymunu” oynayanlardır. Bunun başında iseDiyanet İşleriBaşkanlığı gelmektedir.
Diyanet İşleri ve Aleviler
Türkiye’de din-devlet-toplum işlerini düzenleyen kurum Diyanet İşleri Başkanlığı’dır. Ne zaman Alevilik gündeme gelse 1400 yıllık İslam tarihindeki yerine karşın Diyanet Aleviliği yok sayıyor. Diyanet İşleri, sadeceSünni İslam esaslarına göre hizmet verdiği halde her seferinde; “Diyanet, İslam içindeki grupların hepsine eşit mesafede durur” diyor.Konu Aleviler’in ibadet yeri cemevleri ve orada yapılan ibadete gelince; “İslam dininin ibadethanesi camidir. Alevilik müstakil din olmadığından cemevleri bu anlamda Diyanet İşleri bir ibadethane olarak değerlendirilmez. “Diyerek adeta AB’nin “Alevilik ayrı bir dindir” projesine destek olmaktadır. Ardından ise, İslamda cami dışında ayrı bir ibadethane mevcut değildir tarihte de olmamıştır.” Diyerek hem tarihe karşı bir sorumsuzluk örneği verilmekte hemde Alevi kitleye yok sayılarak haksızlık edilmektedir.
Aleviler, Sünni İslam kardeşlerinin ibadetine de ibadet yerine de saygı duymaktadırlar. Ama Cemevi ve Cemevi’nde yapılan ibadetin tarihi İslam tarihi kadar eskidir. İslam’ın ilk dönemlerinde minberli, minareli camiler yoktur. Bu mimari sonraki yıllarda geliştirilmiştir. İslam monoblok bir yapıda değildir. Yüzlerce yorumu vardır.
Aleviler’in Kırklar Cemi geleneğiHz. Muhammed’in sağlığına kadar gider. İslamda ilk ibadet yerleri cemevi mimarisine daha yakındır. Türkler İslam ile tanışınca Göktanrı geleneği Gökkubbeli dergahlara taşınmıştır. Aslan Baba, Ahmet Yesevi, Lokman Parende, HacıBektaş Veli geleneği Gökkubeli dergahlar geleneğidir.
Bu gelenek daha sonra Anadolu’ya taşınmıştır. Ahmet Yesevi dergahında kadın-erkek birlikte cemevinde cem yapardı. Büyük Türkmen hükümdarı Erdebil dergahının dedesi Şah Hatayi dergahında cem yapardı. HacıBektaş Veli cemini cümle canlarla “Kırklar Meydanı”nda yapardı. Abdal Musa Beylikler döneminde Tekke köyünde, Geyikli Baba, Osmanlı’nın ilk yıllarında Bursa’da, Hamza Baba, Saruhan Beyliği sırasında Manisa-Kemalpaşa’da, Yatağan Baba Beylikler döneminde Muğla-Yatağan’da, Seyid Battal Gazi, Sücaettin VeliEskişehir’de Gökkubeli dergahlarda cemlerini yapar semahlarını dönerlerdi. Balkanlar’da; Demir Baba Dergahı’nda, Sarı Saltuk Dergahı’nda, Gül Baba Dergahı’nda günümüzden yaklaşık 500-600 yıldanberi cemevlerinde cem yapılmaktadır.
Eskişehir-Seyitgazi’deki Seyidi Battal Gazi’nin Gökkubbeli dergahının tarihi 9. 10. yüzyıla rastlar. Bu ve benzer tarihi abideler Anadolu, Balkanlar ve Türkistan’ın dört bir yanında günümüzde bile yaşamaktadır.Bu olgular bilinirken Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Aleviler’in Cemevi olgusuna getirdiği bu miyop bakışa ne demeli?
Yani Cemevi meselesi bugün ortaya atılmış bir olgu değildir. Cemevi’nin tarihi caminin tarihi kadar eskidir. Bunu görmek için İslam tarihine kısaca bakmak yeterlidir. Cerrahi bir müdahaleye gerek yoktur. Bu emanetin sahipleri bugünde dimdik ayakta bulunuyorlar. Yeterki görmesini bilelim.
Diyanet İşleriBaşkanlığı, Aleviler’i temsil etmiyor. Diyanet İşleri Başkanlığı sadeceHanefi yurttaşlarımızı temsil ediyor. Zaten kendileri başka konuşsa da hizmeti de sadece Hanefi kardeşlerimize veriyorlar. O halde Aleviler’i kim temsil ediyor. Aleviler; Osmanlı döneminde gizli saklı yaşadılar. Laik Cumhuriyet döneminde ise kendilerini yeterince ifade edemediler. Alevilik inançsal bir yapılanmadır. Aleviliği inançsal anlamda temsil eden yerlerde tarihte olduğu gibi günümüzde de inanç kurumlarıdır. Yani Gökkubbeli dergahlardır. Aleviler’in inançsal olarak bir temsil sorunu yoktur. Aleviler’in tümünü inançsal olarak temsil eden adres tarihte olduğu gibi bugünde HacıBektaşDergahı’dır. HacıBektaş VeliDergahı tüm Aleviler’in “Serçeşmesi”dir. Anadolu veBalkanlardaki tüm dedeocakları, dergahlar “serçeşme”ye bağlıdır. Bugünde yaşayan 40 civarında dergah vardır.Bunların tümünün “Serçeşmesi” Hacı Bektaş Veli Dergahı’dır. Serçeşmenin postunda oturan dede de tüm dedelerin ve taliplerin dedesidir. “El Ele El Hakka” İlkesinde olduğu gibi.
Son yıllarda çeşitli şehirlerde ve yurtdışında kurulan dernek, vakıf ve federasyon gibi kurumlar Aleviliğin kendini özgürce ifade etmesi için kurulan kuruluşlardır. Yaptıkları hizmetler için her Alevi bu kişi ve kurumlara teşekkür borçludur. Ama Aleviliğin tarihte olduğu gibi günümüzde de temsilcisi o yolun yol erleri dedeler ve bağlı oldukları ocaklar, dergahlardır.
Dernek, vakıf gibi sosyal örgütlenmeler bu tarihsel hizmete yardımcı olmak için kurulmuş gönüllü kuruluşlardır. Şüphesiz hiçbir dernek ya da vakıf kendini dergah, ocak v.s. yerine koyamaz. Bu eşyanın tabiatına da aykırıdır. Bu kurumlar dernekler ya da vakıflar kanununa göre kurulmuş tüzel kişiliklerdir. Ama dergahlar 1400 yıldır varolan inanç kurumlarıdır. Onların işleyişi tüzel kişilik tarzında düşünülemez. Papalık, Katolik Hıristiyan dünyası için ne ise, Fener Rum Patrikhanesi Ortodoks Hıristiyan kitle için ne ise, Diyanet İşleriBaşkanlığı Sünni müslümanlar için ne ise; HacıBektaş VeliDergahı’da Aleviler için bu önemde tarihsel-inançsal bir merkezdir. Aleviler’in yapması gereken bu tarihsel geleneğe işlerlik kazandırarak yola devam etmektir.

SORU 85: Aleviler, AvrupaBirliğiKonusunda Ne Düşünüyor?
CEVAP: “Osmanlı İmparatorluğu, Batı’ya karşı elde ettiğimiz başarılardan çok gururlanarak kendisini Avrupa uluslarına bağlayan bağları kestiği gün, düşüşe başlamıştır. Bu bir hataydı. Bunu tekrar etmeyeceğiz. Bizim vücutlarımız Doğu’da ise de düşüncelerimizBatı’ya dönük kalmıştır.”
MustafaKemal bu satırlardaki düşüncelerini 29 Ekim 1923 günü yani Cumhuriyet’in ilan edildiği gün o sırada Ankara’da bulunan Fransız yazarMaurice Pernot’a söylüyor. MustafaKemal bir yandan ülkeyi işgal eden Batılı devletlere karşı silahlı mücadele veriyordu. Mandacılığı savunanlara şiddetle karşı çıkıyordu. Ama diğer taraftan da Cumhuriyet’in kurulduğu gün; “Batı ile bağları koparmanın bir hata olduğunu bunu tekrar etmeyeceklerini, coğrafi olarak Doğulu da olsak düşüncelerimizle yüzümüzünBatı’ya dönük” olduğu tespitini yapıyor.
Atatürk ve Laiklik
MustafaKemal’in bu tespitinden bu yana tam 80 yıl geçti. Bu zaman zarfında Atatürk, laiklik, Cumhuriyet veBatı düşmanlığı temelinde siyasi varlıklarını sürdüren İslam referanslı bazı siyasi kesimler bugün dünya konjonktüründe değişmesine koşut olarak Batıcı kesildiler. Fakat tercihlerindeki bu değişim kendilerinde meydana gelen yapısal değişimden kaynaklanmıyor. Bu değişim AB Türkiye ilişkilerinde AB’nin Türkiye’den istediği bazı uyum yasalarının kendi işlerine gelmesinden kaynaklanıyor.
Böylelikle akıllarıncaTürkiye’nin baştaMustafaKemal’in Batılı olma anlayışı ile halkta oluşan Batı sempatisi rüzgarını ve AB’yi arkalarına alarak Türkiye Cumhuriyeti ulusal devletini zaafa uğratmaktır. Böylece kendileriBatılılaşacaklarına Batı’nın demokrasi, insan hakları vs. söylemlerini araç olarak kullanarakDoğulu amaçlarına ulaşmış olacaklardır.
Bu bağlamdaTürkiye’deki Aleviler’in meseleye bakış açısına gelince Aleviler, Osmanlı’dan bu yana yaklaşık 700 yıldır bu topraklarda; insan haklarından, inanç özgürlüğünden, kadın-erkek eşitliğinden, laiklikten, demokrasiden yana oldukları için her tür dinsel tutuculuğa karşı oldukları için çok ağır bir fatura ödemişlerdir.
Halbuki ülkemizdeki Türkmen Aleviliği; tutucu, bağnaz, hoşgörüsüz, despot İslami yorumlara karşı, hoşgörülü, özgürlükçü, inancının merkezine insan sevgisini koyan, 72 millete aynı gözle bakan, eşitlikçi, özgürlükçü, bölüşümcü bir İslami yorum tarzıdır. İslam içindeHıristiyanlık’ta olduğu gibi bir Rönesans veReform’dan sözedilebilirse işte bu Alevilik’tir.
İslami Tutuculuk
Önce İslami tutuculuğa, ardından Osmanlı’daki teokratik despotizme karşı Aleviler yaklaşık 1400 yıldır mücadele ediyorlar. Anadolu aydınlanması MustafaKemal ile Aleviler’i 1920’lerde bir araya getiren paydadır.
Aleviler’in yüzüMustafaKemal aydınlanmasında olduğu gibi Batı’ya dönüktür. İnsan sevgisini kendine kıble kabul eden Aleviler’in yönü; demokrasiye, insan haklarına, laikliğe her tür ayrımcılığa karşı olmaya, kadın-erkek eşitliğine veBatılı değerler denilen çağdaş insan hakları değerlerine dönüktür.
Kemalizm’in modernizm projesiyle Aleviler’in yaşam biçimi uyumlu bir birliktelik oluşturmuştur. Bugün Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girebilme şartlarını bu modernizm projesi üretmiştir. İslam coğrafyasında hiçbir ülkenin değil de sadeceTürkiye’nin Avrupa Birliği’ne giriş meselesinin gündeme gelmesi bu farklılıktan ileri gelmiştir.
Aleviler AB’den Yanadır
Aleviler’in yüzü çağdaş, muasır milletler düzeni de denilebilen AvrupaBirliği’nden yanadır. Ama ulusal devletlerinden ve ulusal bütünlüklerinden en küçük ödün vermemek koşuluyla. AvrupaBirliği ile birliktelik mandacılık ekseninde değil, eşit ulusal onur çerçevesinde gerçekleşmelidir. Ulusal değerleri koruma kaygısı taşımadan ne olursa olsun AB’ye girme istemi mandacı bir ilişkiden başka bir şey değildir.
Bir Paradoks
İslam referanslı kesimler ve partileri adeta kendi varlık nedenleri olarak AB’ye girmeyi savunuyorlar. Bu görünüşte bir paradokstur. Ama, acaba kamuoyunun bilmediği işin başka bir yönü mü vardır? Türbanlı, şalvarlı, kara çarşaflı, puşili kadın-erkek eşitliğine miyop bakan bir yaşam biçimi Avrupalı yaşam biçimi ile ne denli uyumlu olabilir.
Kendi dışındaki inançlara ve en yakınındaki Aleviliğe zındık, gavur, sapık diye bakan bir İslami anlayış Avrupa ile ne denli uyumlu olabilir. Zorunlu din dersleri vermeyi, katrilyonluk Diyanet işleri bütçesini sadeceSünni İslam’a harcamayı savunan anlayışın neresi AB ölçülerine uygundur.
Laik yaşama, MustafaKemal’e ve laikliği savunan devletin en üst hukuki makamlarına yeri gelince boğanın kırmızıya gösterdiği refleksi gösteren zihniyetin neresi AB’ye uyumlu olmaktır. Son terör olaylarında terörü yapanların kökten dinci Müslüman teröristler olduğunu sağır sultan bile bildiği halde “İslam’a terör demek kanıma dokunuyor” diyen zihniyetin AB yaşam tarzı ile bir kan uyuşmazlığı sorununun olduğunu çok yakıcı bir tarzda göstermiyor mu?

SORU 86: Son Zamanlarda Tartışılan “Alevilik Yeniden Tanımlanmalıdır” DüşüncesineNeDiyorsunuz?
CEVAP: Alevilik, son 15 yıldır kullanabildiği tüm iletişim araçlarını kullanarak kendini ifade etmeye çalışıyor. Çünkü Alevilik, Osmanlı’da yasak olan bir İslami yorumun adıydı. Cumhuriyet ile ilk defa meşru oldu. Ama bu da fazla uzun ömürlü olmadı.
İnançların tanımlanmaya gereksinimi yoktur. İnançlar, insanlar ya da bilgi edinmek isteyenler tarafından öğrenilmeye çalışılan olgulardır.
Alevilik’in de tanımlanmaya ihtiyacı yoktur. TıpkıHanefilik, Şafilik veŞiilik gibi. Ya da Ortodoks, Katolik, Protestan, Anglikan vs. inançları gibi…
İslam’daHanefilik nasıl ki İmam Hanefi’nin İslamiyet’i yorum tarzı ise, Şafiilik nasıl ki İmam Şafi ve onun öğrencilerinin İslamiyet’i yorum tarzı ise, Alevilik de İslamiyet’in Ehlibeyt denilen Hz. Muhammed’in hane halkı olan Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve onların iz sürücülerinin islamı yorum tarzıdır.
Alevilik, Allah’a, Muhammed’e ve Ali’ye inanan, Kuran’ı kendi kutsal kitapları kabul eden bir yorumun adıdır.
İslamiyet, Hz. Muhammed’in Hakk’a yürümesinden sonra daha önce var olan çelişkilerin çatışmaya dönüşmesine kısa zamanda sahne olmuştur. Bu çelişkilerin faturasını ise en ağır şekilde Ali yakınları ödemiştir.
Bu çelişkiler İslamiyet’in yayıldığı coğrafyalarda yayılmıştır. Örneğin; Türklerin Arap dini olan İslamiyet’i hemen kabul etmemeleri kendilerine çok pahalıya mal olmuştur.
Bu çelişkiler sonucu İslam içinde Hz. Muhammed’den sonra Hz. Ali ve yandaşları dışında oluşan yorumlar olan mezhepler İslam içinde iktidarı ele geçirmişler ve yüzyıllar boyunca egemenliklerini sürdürmüşlerdir. Bu durum Arap coğrafyasında olduğu gibi, Osmanlı coğrafyasında da uzun yıllar devam etmiştir.
Tarih boyunca Alevilik’e yönelik her tür olumsuzluk İslam adına yapılmıştır. Alevilik açısından kendilerine yönelik dinsel şiddetin kaynağı tarih boyunca hep İslam adına yapılmıştır. Aleviler adeta İslam bu ise biz İslam değiliz deme noktasına gelmişlerdir.
İşte ülkemizde son yıllarda Alevilik’in bu toplumsal özelliğinden faydalanarak bazı kişiler Alevilik’in bu toplumsal tepkisini; “O halde Aleviler İslam mı, değil mi? Alevilik din mi, değil mi? Aleviler’in İslamiyet ile ilişkisini yeniden değerlendirelim” gibi yönlendirmelere yönelmişlerdir. Halbuki bu durum her dinin içinde görünen olaylardır. Bu farklılıklar olmasaydı hiçbir dinde mezhep ve tarikat olmazdı. Musevilik içinde olduğu gibi Hıristiyanlık içinde de birbirinden çok farklı yorumlara sahip yorumlar vardır. Avrupa’da Ortaçağ’da yüz yılı aşkın zaman süren din savaşları Hıristiyanlık içindeki bu farklı yorumlardan kaynaklanmıştır. Adına din savaşları denilen savaşlar olmuştur.
İslamiyet içinde de bu farklılıkların olması gayet doğaldır. Alevilik’i tanımlarken İslam’ın beğenmediğimiz yorumlarıyla kıyaslayıp İslam ile ilişkisini anlayamayız. Adres klasik Alevi kaynaklarıdır. Orada ise Alevilik İslam’ın sevecen, hoşgörülü, eşitlikçi, özgürlükçü bir yorumudur.
Alevilik’e inanan milyonların Alevilik’in yeniden bir tanımı diye bir sorunu yoktur. Bu sorun anne ve babası Alevi olan ya da olmayan ama Alevilik’e dinsel olarak inanmayan bazı kişilerin sorunudur. Alevilik’i kendi ideolojik-siyasi çizgilerine yaklaştırma kaygısından kaynaklanan bir çabadır. Yoksa; Elbistanlı Alevi ile Edirneli Alevi’nin inancı arasında özde hiçbir fark yoktur. Tunceli’deki Alevi Dedesi ile Kaz Dağı’ndaki Çepni Türkmen Dedesi’nin yaptığı Cem özde aynıdır. Alevilik’in hiçbir temel kavramında inançlı Aleviler arasında özde bir fark yoktur.
Alevilerin Alevilik’i tanımlama diye bir sorunu yoktur. Alevilerin sorunu, kendi inançlarını insan haklarının bir parçası olarak özgürce ifade edememeleri sonucudur.

SORU 87: AlevileriKim Temsil Ediyor?
CEVAP: İslam tarihinden itibaren sayarsak Alevilik’in 1400 yıllık tarihi var. Anadolu ile başlatırsak yaklaşık 700 yıllık tarihten söz ediyoruz demektir. O halde dün Aleviler’i kim temsil ediyorduysa, bugünde Aleviler’i o temsil ediyor. İslam tarihi söz konusu edilirse Aleviler kendileriniEhlibeyt ile temsili bir onur sayarlar. Anadolu konu olunca Aleviler’in temsilcisi aynı zamandaEhlibeyt’inde temsilcisi olan yer Hacı Bektaş Veli Dergahı’dır.
Şeyhülislamlık kurumunu Osmanlı devleti bütçesi yaşatıyordu. Osmanlı’nın maaşını az bulan kadı veŞeyhülislamlar baktıkları davalardan zaman zaman rüşvet alıyorlardı. Bu durum sayısız Osmanlı arşivi belgeleri ile belgelidir. Alevi dedeleri ve babaları iseŞeyhülislamlığı tanımadıkları için devletten maaş almıyorlardı. Onlar ve kurumları halkın gönüllü olarak verdiği bağışlar, lokmalar olan Hakullahlar ile yaşıyordu. Hakullahlar, dergahta toplanıp hizmete dönüşüyordu.
Cumhuriyet döneminde ise, din ve devlet işlerini düzenleyen kurum Mustafa Kemal zamanında laiklik ve Cumhuriyet karşıtı dinsel gericiliği engellemek ve aydın din adamı yetiştirmek için kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’dır. Diyanet İşleriBaşkanlığı, Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatından sonra süreç içinde kuruluş amacından saptı ve devleti dinsel tehdit ile karşı karşıya bırakan bir kuruma dönüştü.
Bugün 4 katrilyon liralık bütçesi, 100 bin camisi, 115 bin personeli ile Diyanet İşleriBaşkanlığı bir genel müdürlük olmasına karşın 5-6 bakanlığın bütçesinden fazla bütçeye sahiptir. Laik Cumhuriyet, adeta kendini yıkmak için sponsorluk yapmaktadır. Aleviler ise Cumhuriyet döneminde deŞeyhülislamlık yerine kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı içinde yer almadılar. Cumhuriyet döneminde, Sünniler’i Diyanet İşleriBaşkanlığı ve o kurumun sponsorluk yaptığı bazı tarikatlar temsil ediyor. Aleviler’i ise, HacıBektaş Veli Dergahı temsil etmeye devam ediyor. Ama Cumhuriyet’in ilk yıllarında bazı gerici tekke ve zaviyelerle HacıBektaş Veli Dergahı veMevlana Dergahı’da ibadete kapatılıp müze yapılmıştır. Aleviler ibadetlerini gizli-saklı olarak sürdürmeye çalışmışlardır. Ama göçlerle birlikte kırsal ağırlıklı bu yapı giderek dağılmaya başlamıştır. HacıBektaş Veli Dergahı’na bağlı, Bektaşi ve Çelebi geleneği hiyerarşik yapısını korumaya çalışırken DoğuAnadolu ağırlıklı dede ocakları geleneği dağılma ile karşı karşıya kalmıştır. Merkezi birliktelik sarsılmıştır. Ocakzade dedelik kendini yeniden üretmede yetersiz kalmıştır. 80 yıllık Cumhuriyet döneminde gelenek zayıflamıştır. Osmanlı döneminde de olmayan merkezi örgütlenme iyice sarsılmıştır. 1990 yılının başlarında Türkiye’de ve yurtdışında özellikle Sivas olayları ile başlayan dernek ve vakıf biçimindeki Aleviler’in kendilerini ifade biçimi olan örgütlenmeler Aleviler’i bu biçimde buldu. Aleviler son on yıldır ellerindeki tüm iletişim ve kamuoyu oluşturma araçlarını kullanarak kendilerini tanıtmaya ve ifade etmeye çalıştılar. Önemli ölçüde bu konuda başarılıda oldular.
OrasıKutuptur
Derneklerin, vakıfların, federasyon ve benzeri Alevi örgütlenmelerinin yaptığı özverili çalışmalar için her türlü Alevi yurttaş ne kadar teşekkür etse yeridir. Fakat bu örgütlenmeler, Alevilik’in yüzyıllar sonucu oluşmuş inanç merkezlerinin yerine kendilerini koymamalıdırlar. Ülkemizin özgül koşullarından dolayı asli hizmetlerini yapamayan bu inanç merkezlerine yardımcı olmalıdırlar. Yaşanan tarihsel şartlardan dolayı organik örgütlenmesi kesintiye uğramış olan HacıBektaş Dergahı’nı öne çıkarmak ve onun şerefli önderliğinin gönül eri olmak her Alevi’nin görevi olmalıdır.
HacıBektaş VeliDergahı tarihte olduğu gibi bugünde ülkemizdeki ve ülkemiz dışındaki bütün Aleviler’in, Bektaşiler’in temsilcisidir. O yüce makamdaki dede ise tüm Aleviler’in dedesidir. Orası kutuptur. OrasıSerçeşme’dir. Bu özelliği zaten hiçbir Alevi-Bektaşi tartışmaz. Bu nedenle son yıllardaHacıBektaş Veli Dergahı; şu derneğe bu derneğe, şu vakfa, bu vakfa, şu bakanlığa, bu bakanlığa, şu belediyeye veya bu belediyeye şu federasyona veya bu üst birliğe vs. bağlanmasını savunmak Alevilik’i Bektaşilik’i tam tanımayan dostlarımızın iyi niyetli düşünceleridir

SORU 88: Milli Eğitim Bakanlığı Bünyesinde Okullarda Verilecek Alevilik DersleriNasıl Olmalı?
CEVAP: Hükümet, yine bir süredir AİHM kararı ile birlikte okullarda ALEVİLİĞİN de ders olarak okutulacağını açıkladı. Bu gelişme daha çok AB’nin baskıları sonucu oldu. Yoksa bu duyarlılığın hükümetten kaynaklandığını sanmak safdillik olur.
Zorunlu Din Dersleri, 12 Eylül Darbesi döneminde konuldu. Artık laik devletimizin hem resmi dini hem de resmi mezhebi olmuştu. Resmi dini İslam, resmi mezhebi ise, Hanefilik’ti.
Hanefi olmayan Aleviler, Şiiler ve diğer inanç mensupları yok sayıldı.
9 Temmuz 1990 tarihli genelge ile Hıristiyan ve Musevi çocukları dilekçe ile bu dersten muaf olabiliyor. Ama Aleviler için durum değişmedi. Alevi çocukları zorla inanmadıkları ibadet biçimini öğrenmek ve uygulamak zorundadır. Aksi halde sınıflarını geçemezler.
Aleviler inançları gereği camide kılınan 5 vakit namazı kılmazlar. Camiye gitmezler. 30 gün tutulan Ramazan orucunu tutmazlar. Böyle olduğu için, okulda rahatsız edilmektedirler. Bu uygulama ne inanç özgürlüğüne ne de insan haklarına sığar.
Söz konusu edilen, Alevilik Dersleri nasıl verilecektir? Dersin kitabını kim hazırlayacaktır? Bu dersi kimler verecektir?
Eğer Alevilik dersi, mevcut kitapların içine üç-beş cümle veya üç-beş paragraf ilave edilecek bir uygulamadan ibaret olacaksa; bu uygulama olayı geçiştirmekten başka bir şey değildir. Bu yasak savmadır. Bu durum mevcut uygulamayı meşrulaştırmak isteminden başka bir anlam taşımaz.
Alevilik İslamiyet’in Türkçe konuşmasıdır. Alevilik İslamiyet’in Türkçe yorumudur. İbadetin dili tümüyle Türkçe’dir. Ama Türkiye’de okullarda İslamiyet’in Türkçe konuşması olan Alevilik yasaktır.
Bırakalım Avrupa’yı, ülkemizde azınlık sayılan ve sayılmayan Hıristiyanlığın değişik yorumları olan; Katoliklere, Ortodokslara, Protestanlara, Keldanilere, Süryanilere, Nasturilere kendi dillerinde ibadet serbesttir ama, Alevilere Türkçe ibadet yasaktır.
Bu ayıp ta ülkemiz yöneticilerine yeter.
Aleviliğin okullarda öğretilmesi bu saatten sonra adeta bir ucubeye çevrilmemelidir. Alevilik okullarda doğru düzgün öğretilmelidir. Milyonlarca insanın beklentileri ile adeta alay edilmemelidir.
Bu uygulamanın düzgün biçimi kanımca şöyle olmalıdır.
Alevilik Ders Kitabı mutlaka ama mutlaka Alevi kökenli uzmanlar tarafından hazırlanmalıdır. Bu konuda yeterli kadro ve çalışma mevcuttur. Nasıl ki bir Hıristiyan’a Şafii kökenli birinin kitap yazması uygun olmaz ise, bir Hanefi’ye bir Musevi’nin ders kitabı yazması uygun düşmezse bir Aleviye de bir Vehabi’nin ders kitabı yazması uygun düşmez.
Neden Vehabi diyorum. Çünkü bugün Milli Eğitim’de ve Diyanet İşleri’ndeki hakim anlayış Vehabi Müslümanlığı yani Suudi Müslümanlığıdır. Bu İslami anlayış ise Aleviliğe yüz seksen derece aykırıdır.
Aleviliği öğretecek derslere mutlaka ama mutlaka Alevi kültürü içinden gelen öğretmenler tayin edilmelidir. Milyonlarca insanın beklentileri ile adeta alay edilmemelidir. Böyle olmazsa hiç olmasın daha iyidir. Tabii “Zorunlu Din Dersleri” adı altında verilen “Zorunlu Sünnilik Dersleri” Aleviler için olduğu gibi hiçbir öğrenci için “zorunlu” olmamalıdır. Bu derslerde Alevilik’te seçimlik olmalıdır. Din dersleri zorunlu değil seçimlik olmalıdır. Zorunlu din dersi demek devletin bir dinin ya da mezhebin taraftarı olması demektir. Halbuki çağdaş laik demokrasilerde devletin dini olmaz. Vatandaşın dini ya da mezhebi olur. Devlet inançlar konusunda tarafsızdır, hakemdir.
Devlet farklı inançlara mensup yurttaşları arasında ayrım yapamaz. Yaparsa devlet laik olamaz.

SORU 89: Aleviler Ne İstiyor?
CEVAP: Alevilik reel İslam’ın muhalif bir söylemidir. Dinler tarihi incelendiğinde görülecektir ki, her dine başlangıçta olmayan bazı kurallar sonradan girer. Dine sonraki zamanda katılan bu kurallar zamanla kesinlik kazanır ve dinin esasları arasında yer alır.
Bu yeni kurallarla ortaya çıkan biçim, sonraları dinin başlangıçtaki gerçek biçimiymiş gibi kabul edilir. Halbuki bu yeni kuralların dine kabul edilip edilmemesi için hayli mücadele verilmiştir. Sonuçta, güçlü olan kesim diğer kesimlere kendi istemlerini zorla kabul ettirmiştir. Diğer dinlerin olduğu gibi İslam dinininde başına gelen budur. Kur’an-ı Kerim ve hadislerin Hz. Muhammed’in ölümünden sonra başa geçen halifeler tarafından farklı yorumu, farklı İslami anlayışları ortaya çıkarmıştır. Bu anlayışların giderek kurallaşması ve kurumlaşması mezhep ve tarikatlari oluşturmuştur.
İslamiyet’in kısa zamanda farklı uluslara yayılması, farklı kültürel ortamlarla tanışması dinin kitabı Kur’an-ı Kerim ve peygamberin sözleri olan hadislerin Hz. Muhammed’in vefatından hayli sonra yazıya geçirilmesi bu farklı yorumlar için gereken zemini hazırladığı söylenebilir.
Hz. Ali, Hz. Muhammed’in amcasının oğlu ve aynı evde kardeşi gibi yetiştirdiği biriydi. Hz. Ali aynı zamandaHz. Muhammed’in çok sevdiği biricik kızı Fatma’nın eşi idi.
Ve Hz. Ali İslamiyet’i ilk kabul eden insanlardan biriydi. Hz.Muhammed, vefatından sonra kendi yerine geçecek kişi olarak Hz. Ali’yi düşünüyordu. Ama olay düşündüğü gibi olmadı.
Hz. Muhammed’in vefatından sonra İslamiyet içinde ilk kırılma oldu. Halife Ebubekir oldu. Böylece İslam tarihinde Ali yanlıları yani Ehlibeyt yandaşları ile Ebubekir yanlıları ya da Emeviler oluştu. İşte yaşanan bir dizi tarihsel-toplumsal olaylardan sonra Ali yanlılarına; “Ali Şiası”, “Ali yanlıları” ve süreç içinde “Aleviler” dendi. Diğerlerininde bir kısmına “Sünni” dendi.
Türkler islamiyetle, İslamiyet’in doğuşundan yani, 620 yıllarından yaklaşık 250-300 yıl sonra tanıştılar. Türkler İslamiyeti Türkistan’ı fethe çıkan Arap orduları ile tanıdılar. Bu fetihe karşı çok direndiler. Çok can verdiler, çok savaştılar. Sonuçta güç karşısındaİslamiyeti kabul etmek zorunda kaldılar. Kabul ettiklerinde ise, İktidarı elinde tutan Emevi İslamı değil, Muhalif olan Ali yandaşlığını benimsediler.
Böylece süreç içindeTürkistan’dakiSufi-tasavvufi akım ile İslamiyet yeni bir Sentez oluşturdu. Bu oluşum Ahmet Yesevi, Lokman Parende, HacıBektaş Veli’de kendini ifade eden İslami yorumu oluşturdu. İşte adına daha sonraki yıllarda Alevilik-Bektaşilik denen oluşum budur. Emeviİslam’ın tersine, eşitlikçi, özgürlükçü, bölüşümcü, kadın-erkek eşitliğinden yana, 72 millete bir gözle bakan, insan sevgisini inancın merkezine koyan hoşgörülü bir İslami yorum böyle oluşur.
İslamiyet, Arap yarımadası dışındailerledikçe farklı oluşumlar üretmiştir. İslamiyet ileMısır kültürü karışınca Fatimilik doğmuştur. İslamiyet ilePakistan-Hindistan kültürü tanışınca İsmailiye anlayışı oluşmuştur. İslamiyet Mezopotamya’da Şafiilik akımını, İran’da Şiilik anlayışını Türklerle tanışması sonucu ise Aleviliği oluşturmuştur. Yani Alevilik; İslamiyet”in farklı bir yorumudur. İslamiyet’in TÜRKÇEkonuşmasıdır. İslamiyete egemen olan anlayışa muhalif bir yorumdur. İslam tarihinde her tür haksızlığa tepki temelinde oluşan hümanist, sevecen, kıblesine insan sevgisini koyacak denli sevgi ile dolu bir yorumdur. Böyle olmanın bedelini ise çok ağır faturalarla ödemiştir ve ödemeye devam ediyor.
Musevilik ve Hıristiyanlık içinde nasılki farklı yorumlar var ise, İslam içindeki farklı bir İslami yorumda Aleviliktir. Tıpkı; Hanefilik, Şafiilik, Hambeli, Maliki, Şii ve Vehabi vs. gibi…
Aleviliğe, dinler tarihinde benzerlerinden daha tahammülsüz davranılmıştır. Alevilik tarihi boyunca hiçbir dönem kendini özgürce ifade edememiştir. Selçuklu ve Osmanlı dönemindeki uygulamalar adeta Arap-İslam dönemini aratmamıştır. Selçuklular dönemindeki Babai Başkaldırısında hayatını kaybeden onbinlerce Alevi bu dönem için anılacak örneklerden bir tanesidir. Osmanlı döneminde de; Pir Sultan Abdal Olayı, Kalender Çelebi Olayı, Şahkulu Olayı, Çaldıran Savaşı ve bitip tükenmeyen Celali Ayaklanmaları ile 2. Mahmut dönemindeki Yeniçeri katliamı bu dönemi karekterize eden tipik olaylardır.
Alevilik, tarihte siyasi ve ekonomik gücü ellerinde tutan egemenlerin dini kullanarak oluşturulan iktidarına karşı olduğu için merkezi otorite tarafından sürekli hırpalanmıştır. Kendini ifadesi engellenmiştir. İktidarların teokratik niteliği özgürlükçü yorumun yaşamasını engellemeye çalışmıştır. Durum böyle olunca Alevilik kendini ancak gizleyerek, sakla***** yaşatabilmiştir. Tasavvufi ve batıni anlayış bu ifade biçiminin dışa vurumundan başka bir şey değildir. Alevi edebiyatı; nefesleri, duazları ile Bektaşi fıkraları böyle oluşmuştur.
Aleviliğin kendini kısmen bile olsa özgürce ifade ettiği dönem, kurulan laik Cumhuriyet ile birlikte olmuştur. Ama buda kısa sürmüştür. Osmanlı’daki teokratik yapının temsili bir kurumu olan Şeyhülislamlığın yerine Diyanet İşleriBaşkanlığı ikame edince Alevilik kısa süren meşruyetini de yitirmiştir.
Ülkemizde son 70 yıldır din işlerini düzenleyen kurum Bakanlığa bağlı bir devlet bakanlığına bağlı genel müdürlük olan Diyanet İşleriBaşkanlığıdır. DİB tüm yurttaşlardan kesilen vergilerden oluşan bütçesi ile sadece bir mezhebe hizmet vermektedir. Yani ülkemizde laik olduğunu iddia eden devletin dini tercihi olduğu gibi mezhep tercihide yapılmıştır.
Devlet yurttaşlarının inancı karşısında tarafsız değildir. Devlet mezhepçi bir yapılanmayı son 70 yıldır ısrarla sürdürüyor. Halbuki laik bir ülkede devletin dini olmaz, mezhebi olmaz. Yurttaşların dini mezhebi olur. Devlet tarafsız, hakem olmalıdır. Ama bu özelliği ile devlet mezhepçi bir görüntü vermektedir.
2005 yılı bütçesinden DİB’e ayrılan bütçe yaklaşık 2 katrilyondur. Bu, diğer din hizmetleri ve yan gelirlerle birlikte 3 katrilyon lirayı bulmaktadır. Bu bütçenin tamamı tek bir mezhebin hizmetine sunulmaktadır. Halbuki, bütçeyi oluşturan vergiler tüm yurttaşlardan alınmaktadır. DİB bünyesinde 100 bin din adamı bulunuyor. 100 bin cami var. 100 bin kişi içinde bir tek kişi Alevi yoktur. 100 bin cami var ama son yıllarda yapılan 3-5 cemevi ve dergah ülkemizde nüfusu 15 milyonu aşan Alevi toplumu için çok görülmektedir.
Aleviler inançları gereği namaz kılmazlar, camiye gitmezler. Onların ibadetlerinin adı “cem”dir. Bunu da Cemevleri’nde ve dergahlarda yaparlar.
Din Bütçesi, Azınlıklar ve Aleviler
Türkiye kamuoyu bir süredir adeta AB ilerleme raporu veBaşbakanlık İnsan HaklarıKomisyonu raporunda sözü edilen “azınlık” kavramına kilitlenmiş bulunuyor. Her iki raporda “azınlık” olarak ifade edilen kesimler kendilerinin azınlık olmadığını ifade ettiler. Bu bağlamda Aleviler’de azınlık olmadıklarını ülkemizin kurucu ana unsuru olduklarını ısrarla ifade ettiler.
Aleviler, azınlık kavramına yüklenen siyasi anlamdan dolayı kendilerini azınlık kabul etmediler. Birlik ve bütünlükten yana tavırlarını her zaman olduğu gibi yine ısrarla yinelediler. Bu durumdan elbette laik Cumhuriyet’ten, birlik bütünlükten yana ülkemizde bulunan sağduyulu kişi ve kurumlar elbette memnun oldular. Ama bu, ülkemizdeki şartların güllük gülistanlık olmadığını Alevilerin birçok sorununun çözüm beklediğini de unutmamak gerekir. Bunların başında ise, hormonlu yapısı birçok toplumsal kesimi rahatsız eden Diyanet İşleriBaşkanlığı geliyor.
Kamuoyunda azınlık tartışmaları bitmeden 2005 yılı bütçesiTBMM’de görüşülmeye başladı. Türkiye’de din ve devlet işlerini düzenleyen kurum Diyanet İşleriBaşkanlığı’dır. Bu kurumun bütçesi de genel bütçeden ayrılan paydan oluşuyor. Bu kurum bir devlet bakanlığına bağlı bir genel müdürlüktür. Ama son 20 yıldır ayrılan bütçe bir genel müdürlük bütçesinden çok, en büyük bakanlık bütçeleriyle yarışıyor. Diyanet bütçesi ‘2004’ de 2 katrilyon TL. idi. 2005 yılında ise; yaklaşık 3 katrilyon TL. dir.
Bu rakam tek tek, Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık bütçesinden büyük bulunuyor. Bu bütçe tek tek, KültürBakanlığı’ndan, Sosyal Güvenlik Bakanlığı’ndan, Köy İşleriBakanlığı’ndan, Milli Eğitim Bakanlığı’ndan, İçişleriBakanlığı’ndan vs. yüksektir.
Diyanet İşleri, bu bütçe ile ülkemizde sadece bir mezhebe hizmet veriyor. Bu bütçe Aleviler’den de kesilen vergilerden oluştuğu halde Diyanet Alevilere hizmet vermiyor. Bu bütçe laik yurttaşlardan, ülkemizdeki müslüman olmayan yurttaşlardan, ateistlerden ve Şii veŞafii mezhebinden olan yurttaşlarında verdiği vergilerden oluşuyor. Ama onlarada hizmet vermiyor. Diyanet bütçesi haksız bir bütçedir. Helal bir bütçe değildir. Bu bütçeden yaklaşık 100 bin camide görev yapan 100 bin imam maaşını alıyor.
Diyanete ayrılan bütçe genel bütçeden ayrılıyor. Genel bütçeye ise diyanet görevlilerinin haram dediği bir dizi gelir karışıyor. Örneğin, diyanet görevlileri içkiye haram der. AmaTürkiye’de içki, sigara vs.den alınan vergiler bütçede toplanır. Milli piyango, kumar, eglence yerleri, bar, pavyon hatta genelev vergileri bütçede toplanır. Diyanet İşleriBaşkanlığının katrilyonluk bütçesi alınan bu vergilerden oluşuyor. Peki dini bütün Diyanet İşleri uleması bu durumu nasıl içine sindiriyor. Gayri meşru ve haram denilen kaynaklardan oluşan paraları nasıl maaş olarak alıyorlar. Veya bu paralarla nasıl camiler vs. yapıyorlar.
Aleviler azınlık değiller ama “Din bütçesi” söz konusu olunca Aleviler yok sayılıyor. Hiç hak sahibi sayılmıyor. Aleviler azınlık değil deniyor ama Alevilere okullarda zorunluSünnilik Dersleri öğretiliyor. Bu hata yıllardır sürüp gidiyor. Aleviler azınlık değil deniyor. AmaRamazan ayında tüm devlet ve özel TV’ler gazeteler, radyolar bir ay Ramazan programları yapıyor. Ama Aleviler’in inançları olan Muharrem Orucu, Hızır Orucu, Nevruz Kutlamaları yok sayılıyor. Aleviler azınlık değil deniyor ama ülkemizdeSünni yurttaşların İbadet yapmaları için 100 bin cami var. Azınlık sayılan Rumlar’ın, Ermenilerin, Musevilerin yüzlerce ibadet yeri var. Ama Aleviler’in son yıllarda yapılan 3-5 Cemevi AB yandaşı Ilımlı İslamcı hükümetimizi ve Başbakanı fevkalede rahatsız ediyor.
Alevilerin ezici çoğunluğuTürk kökenlidir. Ve Aleviler İslamiyetin birçok yorumu gibi Hanefi, Şafii, Şii, Maliki, Hambeli farklı bir yorumuna inanıyorlar. İslamiyet’in Emevi yorumuna inanmadıkları için egemen yorum onları dışlıyor. Çoğunluk hakları denilen haklardan yararlandırmıyor. Kendilerini özgürce ifade edemiyorlar. Ve inançlarının gereği gibi ibadetlerini yapamıyorlar.
Aleviler azınlık olmadıkları için yani gayri-müslim olmadıkları için onların haklarından da yararlanamıyorlar. Yani; Aleviler tarihleri boyunca (Atatürk dönemi hariç) ne çoğunluk haklarından yararlanabilmişlerdir. Ne de azınlık haklarından yararlanabilmişlerdir. Tam anlamı ile yok sayılmışlardır. İki arada kalmışlardır.
Toplumda bugün bile ne yazıkki Aleviler ile ilgili olarak ayrımcılık yapılmaktadır. Devlet kapısı adeta Aleviler için kapılıdır.Tanınmadan memur, işçi vs. olan ise tanındıktan sonra ayrımcılığa tabi tutulmaktadır. Özel sektörün önemli bir kısmında Alevi olduğu bilinen kişinin işe alınma şansı adeta yoktur. Alınan ise tanındıktan sonra çalıştırılmaz.
Aleviler inancı gereği camide kılınan beş vakit namazı bilmez, kılmaz. Ramazan orucunu tutmaz. Ama toplumsal yaşamda bu özelliklerini mahallede komşusundan, işte mesai arkadaşından, okulda sıra arkadaşından, askerde tertibinden saklamak zorundadır. Toplumda hâlâ 5 vakit namaz kılmayan kişiye vebalı gibi bakılmakta kafir sayılmaktadır. Cenaze namazı kılınmamaktadır. Aleviler “azınlık” olmak istemiyor. Ama bu saydığım ve sayamadığım ayrımcı uygulamalar içinde hiç mutlu yaşamıyor. Yani toplumsal yaşam bugün bile Aleviler için hiçte güllük gülistanlık değil. Ayrımcılık Alevinin canına tak etmiş bulunuyor.

SORU 90: Aleviler, İslam AdınaYapılan Terör EylemlerineNasıl Bakıyor?
CEVAP: İslam adına terör yapmanın tarihi ne yazık ki; ABD’deki İkiz Kuleler’e ve İstanbul’da iki sinagog ve İngiltere Konsolosluğu ile HSCB Bank’ın bombalanıp 50’yi aşkın insanın katledilmesi ile başlamadı.
İslam tarihinde dini amaçlı terör İslam tarihi kadar eskidir. Cihat bunun sadece bir biçimidir. Bugün iktidarda olan yöneticiler bu terörün İslami olmadığını ne kadar gizlemeye çalışırlarsa çalışsınlar, İslam tarihinde bazı İslami kesimler amaçlarına ulaşmak için İslam’ın ilk dönemlerinden beri terörü hep genel geçer yol olarak görmüşlerdir. Bu uygulama, bazı dönemler bazı İslami grupların başvurdukları yöntem olmuş, bazı dönemler de İslami devletin yöneticilerinin başvurdukları yöntem olmuştur.
İstanbul’daki son terör olayı da siyasal iktidarı elde etmeye yönelik, İslami esaslara göre, şer’i esaslara göre düzen kurmaya yönelik gerekirse İslam olan kişileri bile öldürerek yapılmış terördür. Bu ne ilktir ne de son olacaktır.
Yakın tarihte bugünküBaşbakan’ın mahkumiyetine sebep olan Siirt konuşması da iktidarı almaya yönelik argümanlar taşıyan bir meydan okuma değil miydi? Bu mahkemenin mahkumiyet kararı ile de onanmış olmadı mı?
Camiler, minareler, süngüler, askerler söyleminin acaba bugün İstanbul’u kana bulayan zihniyete cesaret vermediği söylenebilir mi?
İslam adına siyasal iktidarı elde etmek için terör elbette bu son olaylarla başlamadı. İslam Tarihi’nde bunların ilki Hz. Muhammed’i bir gün yatağında katletmek için teşebbüs ile başladı ama Hz. Ali sayesinde başarısız oldu.
Hz.Muhammed’in vefatından sonra ise bu yol adeta nerede ise genel geçer kural haline geldi. Dört halife dönemi esas olarak iç savaşlara ve halifelerin İslam adına katliamları ile geçti. Halife Ömer, Halife Osman ve Hz. Ali İslam adına iktidarı elde etmek isteyen İslamcılar tarafından katledildi.
Bununla kalınmadı, Hz. Muhammed’in yani İslam dininin peygamberinin önce damadı, ardından torunları Hasan veHüseyin, biri zehirletilerek, diğeri tüm peygamber ailesi ileKerbela’da katledildi. Bunlara da mı İslam adına terör yaptılar, cinayet işlediler denemez?
Bu gelenek burada da durmadı. Hz. Muhammed’in tüm soyu yani 12 İmamlar, din ve iktidar amaçlı olarak sırası ile katledildiler. Bütün bunlar İslam adına yapıldı. Bu yapılanların islami terör olmadığı söylenebilir mi?
Peygamber Soyunun Katli
İslamiyet’te terörPeygamber’in soyunun katliamlarla sona ermesi ile bitmedi. Gelenek devam etti. İslam yayıldığı coğrafyalarda hakimiyet kurmak için en sık olarak şiddete başvurdu. Bırakalım diğer milletleri, İslam ordularıTürkistan’a geldiğinde adeta taş üstünde taş bırakmadı. İslam ordusunun Arap komutanıKuteybe, Türkistan seferinde komutanlarına, “Ey müslümanlar, nereye giderseniz, her kim Türklerden bir baş getirirse 100 dirhem vereceğim” demiştir. Bunun üstüne Buhara’da kent yağma edilir. Türkler kılıçtan geçirilir. Kafaları kılıçlara geçirilenler dışında 50 bin Türk köle olarak götürülür. Halife Yezid, Dağıstan’da 14 bin Türk’ün boynunu uçurur.
Türkistan’da Zalim Haccac, Semerkant’ı yağmalar, 40 bin Türk gencini esir alır. Cürcan’da bir defada 12 bin Türk’ün başı vurulur.
X. Yüzyıl Arap tarihçi İbniHarkal bu bilgileri verdikten sonra köleler için bakın ne diyor:
“En değerli köleler, Türk topraklarından gelenlerdir. Horasan’da bir köle çocuğun 3 bin dinara satıldığını sık sık gördüm.”
Bu yazmaya çalıştıklarım İslam ordularının Türkistan’da yaptıklarının binde, milyonda biri bile sayılmaz. İslam orduları fetih amaçlı olarak diğer ülkelerin halklarına olduğu gibi Türkistan’da da 300 yıl boyunca egemenlik sağlamak için şiddetin her türüne başvurmuştur.
Hizbullah’ın Mezar Evleri
Tarihteki olayları bir yana bıraksak bile yakın zamanda yıllarca süren İran-Irak savaşında ölen canlar ve akan kanlar iktidar amaçlı İslam referanslı terör ve şiddet değilse nedir? Humeyni’nin siyasal iktidarı elde edip İslam Cumhuriyeti’ni kurduğundan beri yaklaşık 40 bin kişi İslamın iktidar olması için katledilmiştir. Humeyni rejiminin kendine karşı olanları vinçlerle cami avlularında idam ettiği günler tarih olmadı. YineSuudi Arabistan’da her Cuma cami avlularında darağaçlarında İdamlar devam ediyor. Bu yapılanları inler cinler değil, İslam adına ülkelerini yönetenler yapıyor. ÜlkemizdeSivas, Çorum, Maraş olayları İslam adına işlenen katliamlar değil miydi? PekiHizbullah’ın mezar evleri de mi İslam adına yapılmamıştır. Med Zehra Vakfı’ndan olanlarlaKonca Kuriş’i acaba cinler mi öldürmüştü?
Terörün Adını Koyun
İslam adına işlenen cinayetler açısından İslam tarihi hiç de olumlu bir referans değildir. Ne yazık ki bu gelenek bazı kesimler tarafından günümüzde de yaşatılıyor. İslamcı terörü kınamak, devekuşu gibi kafamızı kuma gömmekle olmaz. Bu terörün adını doğru koyup kınamakla olur. Ama siz tarihte bazı örneklerini saydığımız olayların tanımında miyopluk yaparsanız, bu miyop bakış açısı bugün de devam eder ve daha pahalıya mal olur.

SORU 91: Aleviler, Türban Giysisi İçin Ne Düşünüyor?
CEVAP: İslam; semavi bir din olarak önce Arap toplumuna 610 yılında geldi. İslam’dan önceArap toplumunda dinsel kaygılardan kaynaklanan bir örtünme yoktur. Kadınlar kendi şartlarına uygun olarak giyiyorlar ve gerekirse örtünüyorlardı. Giysi ya da örtünme dinsel bir buyruk değildi.
İslam’ın ilk yıllarında MEKKE yıllarında kadınlar için örtünme yoktu. Çünkü herkes birbirinin eşini, çocuğunu, karısını, kölesini vs. tanıyordu.
Örtünme İslam’da MEDİNE döneminde başladı. Bu da peygamber ailesinin kadınları için gelen bir yaptırımdı. ÇünküMekke’de olduğu gibi Medine’de herkes peygamber ailesinin kadınlarını tanımıyordu. Bu nedenle de kadınlara rahatsızlık verilmeye başlandı.
Bu sırada ayet emri olarak gelen örtünmede sadece hür kadınlar için şart olur. Tüm müslüman kadınlar için farz değildir.
O yıllardaki Arap toplumunda kadınlar 3’e ayrılır.
a) Peygamber ailesine ait kadınlar ayetlerdeki örtünme esas olarak bunlar için getirilir.
b) Peygamber ailesi dışındaki hür kadınlar (Kureyş kabilesinin kadınları)
Kureyş kabilesinde bir kız çocuk ergenlik yaşına girince; “DIR” adı verilen uzun bir gömlek giydirilir. Bu gömlek de sadece hür kadınlara giydirilir.
c) Köle ve cariyeler.
O dönemde fiziki şartlar nedeni ile Arap yarımadası çok sıcak olduğundan kadın ve erkeklerde iç çamaşır giyme alışkanlığı yoktur. Erkekler bile uzun entariler giyerler. Köle ve cariyelerde de belli bir giysi biçimi yoktur. Köle ve cariyeler sahiplerinin isteğine uygun olarak giydirilir. Köle ve cariyeler de müslümandır. Ama onlar; “bütün müslümanlar kardeştir” hadisi şerifi kapsamı dışında algılanırlar.
Köle ve cariyeler kadın olsun erkek olsun Kur’an’a göre bile, alınıp, satılır, miras bırakılırlar. Kendileri ile sahipleri efendileri; dilerse cinsel ilişki kurabilir, dilerse para karşılığı fuhuş yaptırır. Çünkü bunlar birer maldırlar. Özgürlükleri ise, para karşılığı ve sahibi isterse yapılan bir sözleşme ile olabilir.
Kur’anda Örtünme
İslamiyet’te örtünme olgusu da hemen oluşmuş bir yaptırım değil. O da namaz, oruç, cami vs. gibi süreç içinde belli bir “gereksinim” sonucu gerçekleşmiştir. İslamiyet’in ilk yıllarında kadınların örtünmesi Kur’an’da yoktur. Kur’anda kadınların giyimleri ile ilgili ilk ayet İslamiyet’in ortaya çıkmasından 17 yıl sonra 627’de dinsel kural olarak gelmiştir. O zamana kadar kadın istediği gibi giyiniyordu.
Araplar, kadının örtünmesine; tesettür, hicap veya hımar diyorlar. Örtü olarak ise, cılbab terimini kullanıyorlar.
Kur’anda Ahzap Suresi’nde (32-33) peygamber ailesine ait kadınlar için şöyle deniyor: “Ey peygamber eşleri!Siz herhangi bir kadın değilsiniz, Allah’tan korkarsınız erkeklerle konuşmada yumuşak davranmayınki yüreğinde çürüklük olan tama etmesin. Sözün iyisini söyleyin… Kırıta kırıta ziynetlerinizi belli ede ede yürümeyin.”
Bu surede görüldüğü gibi kadınlara erkeklerle ilişkilerinde nasıl davranmaları gerektiği üstüne nasihatlerde bulunuluyor.
Arap toplumunda başörtüsü; hür kadınlarla, cariyeleri (köleleri) birbirinden ayırmak için kullanılan bir giysidir. Bu sadece İslam’a özgü de değildir. Bu durum tarihte; Sümerlerde, RomaHukuku’nda, Cermen Hukuku’nda ve İslam Hukuku’nda vardır. İslam Hukuku’nda mal ne ise cariye de odur. Cariyeler müslüman da olsa başını örtemez. Ancak hür kadınlar başını örtebilir. Onlarda peygamber ailesi kadınları veKureyş kabilesi kadınlarıdır. Cariyelerin başını örtmesi yasaktır. Ahzap Suresi 59. ayette kadınlar için; “Cılbablarınızı (başörtünüzü) omuzlarınıza sarkıtın” diye gelen ayet Medine’ye göçten sonra peygamber ailesine ait kadınların örtünmesi ile ilgilidir.
Yoksa çok örtünen iyi müslüman az örtünene ya da hiç örtünmeyene kötü müslüman veya kafir denemez. Kadınların saçlarının bir tek telinin bile görünmemesi gibi örtünme hatta görmeyi engelleyecek kadar gözlerin kapanması kadar örtünme son yıllarda ortaya çıkan aşırılıklardır. Bunların Kur’an’daki örtünme olgusu ile direk ilgisi yoktur.
Bizde belli bir yaştaki kadınlar yani orta yaşın üstündeki kadınlar daha da sıkı örtünüyorlar. Halbuki Kur’an’da, Nur Suresi 60. ayette; “artık nikah arzuları kalmamış, evlattan kesilen kadınları, süslerini göstermek için ortalıkla dolaşmamaları şartıyla örtülerini bırakmalarında kendileri için bir günah yoktur” deniyor.
Günümüzde şeriatı savunan siyasal İslamcı bir kesimin kadınların örtünmesini namus ve dinsel buyruklarla özdeşleştirerek kendilerine bayrak edinmeleri ile Kur’an’daki örtünmenin örtüşmediği görülüyor.
Bakın din esasına dayalı devleti savunan bir islamcı yazar olan MustafaKaplan örtünme ile ilgili olarak türban nedeni ile kaydı üniversiteye yapılmayan öğrenci velilerinin; “bizim çocuklarımız cahil mi kalacak?” söylemi karşısında 22.11.1997 tarihli Akit gazetesinde ne diyor:
“Dokuz yıllık öğretmenlik yapmış eski bir eğitimci olarak iddia ediyorum ki, bugünkü sistem içinde cidden ‘din eğitimi’ verilmemektedir” dedikten sonra; “İslam’a göre çocuklarımızın evvelemirde öğrenmesi “farz-ı ayn” olan ilimler, “İman ilimleridir” diye din kitaplarında belirtilmiştir. Bugünkü okullarda ise bu bilgiler yoktur. Öyle ise, okula alınmayan çocukların değil, gidenlerin bile bu bilgilerden mahrum olduğu bir vâkadır.
Farz-ı kifâye sayılan diğer bilgilerin ise bütün Müslümanlarca öğrenilme mecburiyeti yoktur. Bir grup erkek Müslümanın onları öğrenmesi “dinen” kafidir. Amma, farz-ı ayn olan ilimleri öğrenmek, kadın ve erkek herkese mecburidir. O ilimler ise bugünkü mekteplerde öğretilmiyor. Daha ne diyeyim?..
Şeriat, bir Müslüman kadının, hastalanması halinde bir erkek tabibe gitmesinde mahzur görmemektedir. Lakin, kadın Müslümanların doktor olmaları diye bir mükellefiyet yoktur. Hele bugünün şartlarında, erkeklerle karışık bir eğitim mecburiyeti altında tahsile gidilmesine şer’i cevaz bulmak mümkün değildir. Yani, bayan doktorun bir erkek hastasının şer’an bakılması haram olan uzuvlarına bakması, kadın hastasının dahi şer’an bakılması yasak olan organlarına bakması, bir başka “haram” fiildir.
Hasbelkader bu mesleğe girmiş kardeşlerimiz, en azından meselenin şer’i cihetini bilerek devamlı tevbe istiğfar etmeli değil midir?Ya bizim şu inancımız “doğru” ise, ahirette sıkıntı çekme ihtimali doğmaz mı? Aktardığımız hüküm yanlışsa bile, tevbe etmenin kendilerine bir zararı olmaz ki…”
Akit yazarı MustafaKaplan’ın yazısından yapılacak çıkarsamadan üniversite önündeki türban sorununun esas olarak İslam’dan kaynaklanmadığını islami eğitim yapmak isteyenler için bu adresin yanlış olduğu görülüyor. Ama siyasi İslamcılar halkın namus ve din hassasiyetinin örtüştüğü bir sorun olan türban sorununu bakalım daha ne kadar sıcak tutacaklar.
Türkmen Alevi kadını ise, kendi tarihi boyunca hiçbir zaman Tanrı’ya ulaşmanın yolu olarak giydiği giysiyi seçmemiştir. Bunu giydiği giysinin kumaşının metresi ile ölçmemiştir. O bu işin, metre ölçüsü ile değil, ancak gönül ile gerçekleşebileceğinin bilincindedir. O nedenle namusunu da, giysisinde kullandığı kumaşın metresine orantılı olmayacak denli gerçekçi ve aydınlanmacıdır

SORU
 92: DiyanetBütçesi İçin AlevilerNeDiyor?
CEVAP: Ülkemizde din işlerini, Başbakanlık’a bağlı bir genel müdürlük olan Diyanet İşleriBaşkanlığı yönetiyor. Diyanet İşleriBaşkanlığı’nın 2007 yılı bütçesi 4 katrilyon liradır. Bu rakama diğer bakanlıklardaki din hizmetleri dahil değildir. Örneğin TRT’deki dini içerikli programlar, Milli Eğitim Bakanlığı’ndaki din dersi öğretmenleri, kitapları, Bayındırlık veKöyişleriBakanlığı’nın yaptırdığı camiler, imam hatip okulları, Kültür Bakanlığı bünyesinde yayınlanan dini kitaplar, diğer yayınlar, Dışişleri, İçişleri, Ulaştırma bakanlıklarına bağlı dini inanca yönelik hizmetler vs. bu bütçeye dahil değildir.
Ayrıca devasa bir holding gücünde olan Diyanet İşleriBaşkanlığı Vakfı’nın yönettiği katrilyonlar, Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne bağlı yaklaşak 15 bin dini vakıftaki bu bütçe kapsama alanı dışındadır. Buna bir de ismi bilinen ve bilinmeyen tarikat, cemaat vs. tarzındaki grupların mal varlığını ilave etmek gerekir. Buna benzer gelirlerle yıllık bütçe yaklaşık yılda 3 katrilyon lirayı rahat bulur.
Diyanet İşleriBakanlığı bütçesi genel bütçeden ayrılan paydan oluşuyor.Bizdeki Hanefi İslami kesimde fetva vermeyi çok seven din adamlarımız her konuda fetva verirler. Ama şu Diyanet İşleriBaşkanlığı bütçesi konusunda dut yemiş bülbül gibi susarlar. Bu zihniyete göre faiz haramdır. Peki Devlet esas işleri faiz olan banka ve finans kurumlarından da vergi alıyor. Bu vergiden Diyanet İşleriBaşkanlığı da kendi payına düşeni almıyor mu? Devlet bütçesinde eğlence sektörü (içkisiyle, kumarıyla, dansözüyle) var. Kaçakçılık yapanlar da aynı zamanda vergi mükellefi. Onlardan da devlet vergi alıyor. Hortumcular da vergi mükellefi. Onlar da, az da olsa vergi veriyorlar. Beyaz kadın, esrar, eroin, uyuşturucu ticareti yapanlar da vergi mükellefi. Tüm içkili yerler, gazinolar, restoranlar, birahaneler, oteller, gece kulüpleri de vergi mükellefi.
Onlar da vergi veriyor.
Her türlü, açık-gizli hırsızlık da vergi veriyor.
Bilmem unuttunuz mu? Yakın zamana kadar 3-4 yıl üst üste vergi rekortmenimiz bir genelev patronu idi. Bu Matild Manukyan’dı. Yani en çok vergiyi o veriyormuş.Bizde genelevlerin patronu bizzat devlettir. Belediyeler ihaleyle genelevlerin işletmeciliğini satarlar. Tabii bu kazanç da bütçeye vergi geliri olarak eklenir.
Diyanet İşleriBaşkanlığı’na bağlı 115 bin diyanetçimiz bu kazançlardan oluşan bütçeden aldıkları maaşı kendi İslami anlayışlarına göre helal görüyorlar mı? Hani faiz haramdı? Hani gayrı-meşru kazançlar haramdı? Peki sizin maaşlarınız bu kazançlardan alınan vergilerden geliyor.
Siz hiç rahatsız olmuyor musunuz? Camilerin inşaatı bu para ile yapılıyor. Bundan hiç rahatsızlık duymuyor musunuz?
Devlet doğal olarak ülkemizdeki her toplumsal kesimden vergi alıyor. Diyanet İşleri’nin Atatürk karşıtı, laiklik karşıtı tavrını benimsemeyen Hanefi, ama laik yurttaşlarının size haklarını helal ettiğini sanmıyorum. Ülkemizdeki gayrı müslimlerin, sosyalistlerin, ateistlerin, başka inançlarda olanların da kendilerinden zorunlu olarak kesilen vergilerin size maaş ve cami yapımı için verilmesini helal edeceklerini sanmıyorum. Ülkemizde bulunan nüfusun en az dörtte birini oluşturan Aleviler’in-Bektaşiler’in, nüfus olarak 70 milyonun yaklaşık 20 milyon insanın da, rızası-hilafına verdikleri vergilerin Diyanet İşleri Başkanlığı’na gitmesini asla doğru bulmuyorlar ve helal etmiyorlar.
Laik Cumhuriyet’ten yana Alevi-Sünni ve diğer inançlardaki yurttaşlar verdikleri zorunlu bütçe ile laiklik karşıtlarına laik Cumhuriyeti yıkmaları için sponsorluk yapmak istemiyorlar. Bu ayıbın bir an önce kalkmasını istiyorlar. Kuran-ı Kerim’de bir ayet var. Bunu ilahiyatçılar iyi bilirler. Cenab-ı Hakk diyor ki; “Yaptığınız her hatayı affedebilirim. Bir tek günahı affedemem. O da kul hakkı yemenizdir. Sakın karşıma kul hakkını yemiş olarak gelmeyin.” Peki bu bütçeye karşı olan, size hakkını helal etmeyen, milyonların hakkını daha ne kadar yemeğe devam edeceksiniz. Sizde en küçük etik ve vicdani sorumluluk yok mu? Cenab-ıHakk’ın bu açık beyanı sizi hiç rahatsız etmiyor mu?
Ben diyecek başka bir şey bulamadım. Ya siz?

SORU 93: MumSöndürmek Nedir? Aleviler Mum Söndü Yapar mı?
CEVAP: Mum söndürmek kavramı, Aleviler’in anne, bacı tanımaksızın cinsel ilişkiye girdiklerini ifade etmek için kullanılan bir kavramdır. Ne yazıkki bazı bağnaz kesimler yakın zamana kadar bu iftirayı Aleviler için yapıyorlardı.Hatta saygın sayılan; “Redhaus” gibi BernaMoran’ın Türkçe sözlüğü gibi piyasada bulunan 10 civarındaki sözlükte bu kavrama bu anlamın verildiği görülmüştür.
Bu tamamen yalandır. Alevi toplumunun namus anlayışı ile diğer Türkler arasında bir fark yoktur.Bu, Alevi düşmanı bağnaz bazı kişi ve çevrelerin iftiralarıdır. Bunun olası kaynağı ise, Aleviler’in kadın-erkek ilişkilerinde daha eşitlikçi, özgür bir anlayışlarının olmasıdır. Bu zihniyette kadın ve erkeğin göz, göze gelmesi göz zinası sayılırken, Aleviler de kadın-erkek birlikte ibadet yapılması bu tutucu kesimleri rahatsız etmektedir. Bu iftiranın kaynağı Alevi toplumundaki kadın-erkek ilişkilerindeki eşitlikçi tutumdur.

SORU 94: Türkler’de İçki İçilir mi?
CEVAP: Aleviler içki içerler. İçki içmek eski bir Türk geleneğidir. Türkler Asya kökenlidir. İçki yapımı ve kullanımı Asya’da, Türk boyları arasında çok eskiden beri biliniyor, yapılıyor ve kullanılıyor. İçkiTürk toy ve şölenlerinin vazgeçilmez eğlencesiydi. Oğuz Kağan Destanı’ndaDuylı Kayı’nın kardeşiİrki’nin han olması töreninde hayvan derilerinden oluşturulan havuzların birine rakı, ikincisine kımız, ötekineyse yoğurt doldurulur. Bir ay geceli-gündüzlü toy-düğün yapılır. Köl İrkil Han, “kımızlı kadeh” sunar. Korkut “kımız içer”.
Çin kaynakları HunTürkleri’nin (Hu-yung-nu) “kımız içip, kımız şölenleri” düzenlediklerini yazar. Aynı kaynaklar Göktürkler’in (Tu-Kiu) “kısrak sütünden yapılmış kımız kullandıklarını ve sarhoş oluncaya dek içtiklerini” yazar. Dede Korkut öykülerinde “göl gibi kımız sağdırıldığı”ndan söz edilir. YeniMüslüman olan Oğuzlar’ın içki geleneklerini henüz sürdürdüklerinin de kanıtıdır bu. Kırgızlar’ın ManasDestanı’nda içkili toylar şölenler anlatılır.Selçuk-Name Gün Han’ın şöleninde “kımız” içildiğini yazar. Alaaddin Keykubat yönetime gelirkenKonya’da “kımızlı şölenler” düzenler. Oktay Kağan’ın yönetime gelişinde “altın kadehlerde” içki dağıtılır. Uluğ Bey’in düğününde kadınların da katıldığı törende “bolca içki tüketilir”. İbniArapşah bunlardan “nefretle” sözeder. Timur’a elçi gönderilen İspanyol Klaviyo, Timur’un verdiği yemekte “içkiler içildiğini” anlatır. İbniBatuta Kırım ve Özbek saraylarında beyler ve hatunlarca ağırlanmış, “kımız ve boza” sunulmuştur.
İçki içme geleneği,SünniSelçuklu, Babür ve Osmanlı hanedanlıkları dönemlerinde de vardır. Birer İslam devletleri olmalarına karşın; içki içilir ve toplumun bir adeti olarak sürer. Selçuklular’da “şarap kuyuları”, “şarapnazırları (-bakanları)” ve “şarap askerleri” vardır. Şarap askerlerinin görevi şarap kuyularına zehir atılmasını önlemektir. Şarap içmenin, Sünni inancın egemen olduğu bir devlette, üstelik resmi çevrelerce sürdürüldüğünü ve kadrolaştığını görüyoruz.
İçki, Osmanlılar döneminde de yaşatılır. “LütfiPaşaTarihi”nde Osman Bey”in beyliğini kurduğunda kendisine “türlü ballardan ve kımızlardan” içkiler sunulduğunu yazar. II. Murat dönemi tarihçilerinden Yazıcıoğlu Ali Efendi “kadınlı-erkekli yiyilip içilen şölenler”den söz eder. IV. Murat 05.08.1634’de içki yasağı getirirse de bunun önüne geçememiş, yasağa bizzat kendisi uymamıştır. Bilindiği gibi Osmanlı sarayının şarap gereksinimi Kıbrıs’tan karşılanıyordu.
İçki Anadolu’da Hititler’den beri bilinir. Hititçe’de “Vain-Vien” sözü vardır. Şarap anlamına gelir. Anadolu-Yunan Tanrıları’ndan Dionizos’da şarabı simgeler. Anadolu’da Dionizos şarap ve bereket törenleri yapılırdı.
İçki ve şarabın bir başka kaynağı da İran’dır. Cem (Cemşit) şarabın bulucusu olarak bilinir. Gökten inen ışık yerden bir üzüm asması bitirir. Cemşit bu asmanın üzümlerini sıkarak, içki yapar ve çevresindekilere içirir. İran’da içkili toplantılarının kaynağı budur.

SORU 95: İslam Kaynaklarında İçki Var mı?
CEVAP: İçkinin İslam Kaynağı: Duruma bakılırsa, Hz. Muhammed döneminde içki yasak değildir. Yalnız insanlar özendirilmez de. Halife Ömer’in yönetimi döneminde komutanlardan Huzeyfe’nin şikayeti üzerine Ömer döneminde yasaklanarak içene “seksen değnek vurulması” cezası getirilir. Tarih, yaklaşık 638’lerdir.
Kuran’da “şarap” sözü bilinen içki anlamında geçmez. Yalnız “hamr” sözcüğü ile, sarhoş edici nesne anlamında “sekr” geçer. Kuran’da içki yasağı yoktur. İçki keyf verici “güzel rızklar” arasında sayılır. İnsanlar bir tarımsal tekniğe, üretime özendirilir. Hurmadan ve üzümden şarap üretimi bunlardan biridir.
“Hurma ağacının meyvalarıyla üzümlerden de şarap yaparsınız, güzel bir rızk elde edersiniz; şüphe yok ki bunda da akıl eden topluluğa bir delil var” (Nahl, 67).
Kuran’da cennet tanımı ve betimlemesi yapılır. Her türlü güzellikler ve zevklerin burada olduğu, bu tür şeylere ancak cennetde ulaşılacağı yazılır. Ulaşılacak şeylerden biri de “şarap”tır.Bir bakıma “şarap” ödül olarak sunulur.
“Çekinenlere vadedilen cennet, şöyledir âdeta; Orda su ırmakları var, bozulup kokmaz ve süt ırmakları var, lezzetleri bozulmaz ve şarap ırmakları var, içenlere sâfi lezzet ve bal ırmakları var, süzme ve onlara, orada bütün meyvalardan sunulur ve rablerinden yarğılama var; buna nail olan, o kişiye benzer mi ki ateşte ebedidir ve kaynar sularla sulanır da onların barsakları parçalanmaktadır” (Muhammed, 15).
Şarap, cennete gidenlereTanrıca sunuluyor. Akla şu geliyor; şarap “kötü” ve “haram” olsaydıTanrı tarafından sunulmazdı.
“Üstlerinde, ipincecik yeşil ve ipek elbiseler, kalın ipekten dokunmuş libaslar vardır ve gümüş bilezikler takınırlar ve rableri, onları tertemiz bir şarapla suvarır” (Al-Dahr, 21).
Kuran’da ölçülü içme önerilmiştir. “Şarabın katresi haramdır” anlayışıyla tüm üzüm bağlarını bile söktürmeye kalkışan softa zihniyeti görülmez. “Haram”dır diye bir buyruk ta verilmemiştir.
“Ve birbirlerine öyle bir kadeh sunarlar ki içtikleri şarabın sonucunda ne boş şeylerden bahsediş var, ne günaha giriş” (Al-Tûr, 23).
Ölçülü olmayla, ama aynı zamanda içkinin de serbest oluşuyla ilgili şöyle bir ayet daha vardır.
“Sana şarap ve kımızın hükümlerini soruyorlar. De ki: İkisinde de hem büyük günah var, hem insanlara faydalar var; fakat günahları, faydalarından daha çok. (…)” (Bakara, 219).
Kuran, içmenin zarar ve yararları üzerinde durur. İçilmemesini önerir.Yasaklamaz, içmemeyi özendirir.
“Namaza yaklaşmayın ne söylediğinizi bilmeyecek kadar sarhoşken (…)” (Nisa, 43).
İçkiyi çok kullanmanın toplumda huzursuzlukların kaynağı olacağına değinilerek, ölçülü olma istenir.
“Ey inananlar, şarap, kumar, tapınmak için dikilmiş olan taşlar, fal için kullanılan oklar, ancak Şeytan’ın işlerinden ve birer pisliktir bunlar. Bunlardan kaçının da muradına erenlerden olun” (Mâide, 90).
“Şeytan şarap ve kumarla sizin aranıza düşmanlık ve kin salmak ve sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan menetmek ister” (Mâide, 91).
Kuran’da “cennetlikler” şarap içerler. Kendi halinde kimseye zarar vermeden içenlereKuran yasaklama getirmez, dahası hoşgörür. İçki içmenin ideal biçimini belirler.
“Kaynakları meydanda, akıp duran şarap ırmaklarından taslar sunulur onlara, bembeyazdır o şarap, lezzetlidir içenlere, orada ne bir sersemlik var, ne de sarhoş olurlar” (Al-Sâffat, 46-47-4.
İslami-Tasavvufi çevreler hiçbir zaman içkiye yasaklayıcı gözle bakmamıştır. İçki yasağı “ham sofu” çevrelerin anlayışıdır. “Vilayetname” Mevlana ileTebrizliŞems’in sohbetlerinde şarap içtiklerinden söz eder. Alevi-Sünni “Rum Abdallarının içkiye düşkünlükleri bilinir. Bayezıd-ı Bistami, Feriduddin-iAttar, Muhyiddin-i Arabi veŞems-iTebrizi gibi mutasavvıfların tütün ve benzeri şeyler kullandıkları çeşitli kaynaklarda belirtilmektedir.

SORU 96: Aleviler’de-Bektaşiler’de İçki Var mı?
CEVAP: Bektaşiler “Dem” denilen içkiyi (rakıyı) insanları ölçmek, denemek, ölçülü davranmalarını sağlamak amacıyla (“mihenk taşı”) Akyazılı Sultan’ın soktuğunu kabul ederler. Doç. Y.N. Öztürk’seBektaşilerde şarap içmenin (demlenme)Balım Sultan’la töreleştirilen “İslam dışı bir tavır” olduğunu yazar. Demek ki içki (dem) 16. yüzyılda Alevi-Bektaşi Cem’lerine girmiş olmalıdır.
İlahiyat profesörü Fığlalı’nın da belirttiği gibi genel Alevi-Bektaşi topluluklarında dolu “ibadet hükmünde” sayılır. Eski Türk tarihindede içki “saçı” lokma sayılır. Cem’de büyük bir saygıyla” anılır. Kurban yenilmesi sırasında “kesinlikle dolu içilmez.” Orta Anadolu ve Doğu Anadolu’da dolu olarak şerbet verilir. Yörelere göre bu gelenek, farklı sürdürülür. Yozgat’ta Erkânlı köylerinde Cem’de yaşlılar adabına göre dolu içerler. “Pençeli” kesim içmez. Malatya, Erzincan veTunceli yöresinde de Cem’de dolu alınmaz.
İçki Alevilerde “Kırklar Meclisi”nin bir anısı olarak kutluluk kazanmış ve dolu adıyla ayinin bir parçası durumuna sokulmuştur. Bilindiği gibi “Kırklar Meclisi”nde bir üzüm tanesinden çıkarılan şıra “Kırkları” esrik kılar. “Kırkı bir can olur”. Alevilik’teki paylaşımcılık ve birliktelik anlayışları bu tür mitolojik anılardan temellerini bulur.
Alevi-Bektaşi Cem’lerinde dolu kullanımı İslami kaynaktan değil, Ortaasya kaynağından gelmektedir. EskiTürk örf ve adetlerinin İslami bir cila altında yaşatılmasıdır bu gelenekler OrtaasyaTürkleri’nde. Şamanlıkta kurbana “Tolu/Dolu” denilirdi. Günümüzde Alevi toplumlarındaki kurbanın “tığlanması”daŞamanilik kaynaklıdır. Asya gelenekleri Anadolu’da da sürdürülmüştür.
İçki Alevilik’te bir eski geleneğin sürdürülmesidir. Yoksa, Aleviliğin temel ilkesi, kuralı değildir. İçki içme ve Cem’lerde dolu kullanma genel olarak yoktur. İçki, ölçülü olmanın bir yoludur. Yoksa “Üss-iZafer” kitabında yazarıMehmet Esat’ın 1826’lardaBektaşi tekkelerinin kapatılmasında bütün tekkelerde alkollü içkiler bulunduğu, “içki şişelerinin ağızlarına Kuran sayfalarının tıkaç yapıldığı” türündeki savları bir Alevi-Bektaşilik düşmanının suçlamalarıdır. Bilindiği gibi M. Esat Bey II. Mahmut’un, Yeniçeriliği ve Bektaşiliği kaldırmak için göreve getirdiği bir vakanivüstüdür.Bu olayların kuramcısı odur. Yansız ve nesnel yazacağı doğallıkla kuşkuludur.
Alevi-Bektaşi şiirinde içki / dem / doluya yer verilir. Esriklikten, esrik olmaktan söz edilir. Fakat bu içip sarhoş olmak anlamında değildir. Sevdiklerinin aşkıyla mest olmak anlamındadır.Tanrısıyla birleşmek, peygamberiyle, çok sevip yücelttikleri Ali’yle tıpkı “Kırklar Meclisi”ndeki gibi özbenliklerini eritip, birleştirmek anlamındadır. Viranı, “Ali’dir kadehim, Ali’dir şişem”, Dertli, “Getir saki mey engürü, ki el tutmaz ayak tutmaz / Anı Zahid yasak ettiyse, aşk ehli yasak tutmaz”;Kararsız Veli, “Anun içün esürük sarhoşlaruz/içtiğimiz kadeh doludur bizim”;Pir Sultan, “Dolumuz içeliden ezelden / Münkir ne bilir evliya sırrından”;Teslim Abdal, “Doldurdu doldurdu bir dolu verdi / Ol Hızır’ın yeşil eli sabahtan”; PirMehmet, “Sun elinden içem kudret dolusun/Senin aşkın beniMecnun eyledi”, Kul Şukri; “Gerçekler Ali’den dolu içtiler / Yedi nefisten ruhların seçtiler” Harabi;
“Biz içeriz bize yoktur vebali”,
“Ehline helaldir, na ehle haram”.
derlerken bunu amaçlamışlardır, yoksa sarhoşluğu değil.
Dolu içmenin alışkanlık olduğu Alevi-Bektaşi yöreleri vardır. Genel bir kural olmamakla birlikte tüm Alevi-Bektaşi topluluklarında dolu “Hak dolusu”dur, “Hünkar HacıBektaş Veli dolusudur”, “Gerçek Erenler dolusudur”.Saygıyla alınır, edeple içilir. Ayinin bir bakıma kaçınılmaz bir öğesidir. Kutsal bir havada içilen doludan kötü bir sonuç beklenemez. Bir “günah” doğmasına olanak yoktur. Öylesi bir ortam da zaten yoktur.
HacıBektaş Çelebileri’nden A. Celalettin Ulusoy’un gözlemleri ve değerlendirmeleri ilginçtir. Dem toplumda olumsuz değil, olumlu etki yapar. Toplantılarda “edep” içerisinde dem alınması toplumsal dostluk ve kardeşliği doğurur, kanısındadır. Şöyle diyor:
“Alevi-Bektaşi yolunda, demin belli ölçüler içinde dostluğa ve kaynaşmaya yönelik muhabbet havası içinde içilmesi, toplumsal yaşantıda olumlu etkiler göstermiştir. Düğünlerde, özel ziyafetlerde ve benzeri törenlerde bir Alevi-Bektaşi’nin cana yakınlığı yanında, terbiyeli ve saygılı davranışı hemen dikkati çeker. Bu toplumsal yaşantıda yapılan eğitimle, toplumsal yapıda barış, kardeşlik yolunda gerçekleştirilen bir başarıdır. İnsanların vazgeçemediği içki içme eğilimi, terbiye ve ahlâk kuralları içinde, disiplin altına alınmıştır. Edep dışı, incitici hareketlere ve hafifliklere meydan verilmeden, insan yaşantısına hoş bir hava ve renk getirilmiştir.”
İçki, Alevi-Bektaşiliği’nin bir kuralı, ilkesi değildir. Edep-Erkânı arasında da temel olarak yer almaz. Her Alevi-Bektaşi yöresinde de içilmez. Birçok Sünni veSünni yöresi de içki kullanır. Oysa, Alevi-Bektaşilerde içki kullanmanın (dem alma) bir adabı (kuralı, ilkesi) vardır. İçki, kişiler ve topluluklar için bir “mihenk taşı”, bir kişinin erdemlik ölçüsü olarak algılanır. Alevi-Bektaşiler içkiyi bir “nefis terbiyesi” olarak görürler. Dem, ayinlerde alınır ve kutsal bir saygınlığı vardır.Yerine göre sözü-sohbeti açar, insanları birbiriyle kaynaştırır. Toplumsal dostluk ve kardeşliği sağlar.Bu yanıyla da olumlu bir işlev üstlenmiş ve olumlu bir görevi yerine getirmektedir.
Alevi-Bektaşiler içki kullanmada edepli ve ölçülüdürler. Dem içme geleneği Alevi-Bektaşi edebiyatında bir ekol yaratmıştır. Bir gelenek oluşturmuştur. “Üç K” ilkesini uygularlar. “Üç K”nın anlamı bu toplumca şudur. İçki alınırken eşin (karın), komşun ve kesen zarar görmeyecek ve olumsuz olarak etkilenmeyecektir. Bu ilke Alevi-Bektaşi toplumunu denetimli, kontrollü ve disiplinli kılar.
Kadeh, avucun içine alınır. Bu, sevgiyle tutuştur. Baş parmak yukarıya doğrudur Tanrı’yı gösterir. “Allah-Muhammed-Ali” diyerek kadehte üç küçük yudum alınır. Hiçbir zaman kadeh tümden içilmez, boşaltılmaz. Kadehler tokuşturulurken, eller tokuşturulur ve “Cam cama değil, can cana olması”na özen gösterilir. Bunlar belli bir adap ve disiplin içerisinde yapılır.

SORU 97: Aleviler Neden Tavşan EtiYemezler?
CEVAP: Aleviler, tavşan eti yemez. Çünkü; tavşan, Alevilerce uğursuz sayılan hayvanların başında gelir. Alevi veSünni müslümanları ayıran en belirgin biçimsel öğelerdendir. Alevilerin; üzerinde tavşanın geçtiği tarlalarını yedi yıl ekmedikleri söylenerek, alay edilirler. Oysa tavşanın geçtiği her tarlanın ekilmemesi durumunda bir çiftçi toplumu olan Alevilerin köyleri beklememeleri, tüm arazilerini ham bırakmaları gerekirdi.Bir yabanıl hayvan olan tavşanın geçmediği arazi düşünülemez.
Tavşan, İran Şiiliğinde de kirli kabul edilir. Etini Şiiler de yemezler.Yahudi inancı da tavşanı yasaklamıştır. Tavşan yememe hakkındaTevrat’ta kayıt vardır (Bab: 14, Ayet: VII). AleviTürkler arasında “Yahudiye bile helal demedi Musa” sözü söylenir. Fransız tarihçi ve doğubilimci J. P. Roux bu inancın Şii geleneğinden kaynaklanmış olacağına inanmaz. Olguyu yerel olarak görür. Ona göre, “tavşanı cezalandıran yasakçı anlayış evrensel olmayan, ama çok yaygın olan bir olgudur”.Tavşan, Hititler’de “tabu”dur, yasaktır. OysaKaşgar’daX. y. yılda kutsaldır.
Aleviler’de Uğurlu-Uğursuz Kabul Edilen Hayvanlar:
Keklik, kızıl ayaklıdır. AyaklarınıHüseyin’in kanına bulandırdığı inancıyla Aleviler kekliği sevmezler. Türkmenler’ce de keklik bir ünlü dedenin saklandığı yeri düşmanlarına bildirdiği, ihbarda bulunduğu inancıyla sevilmez. Katır da sevilmeyen hayvanlardandır. Tanrının lanetine uğradığından dölü olmadığına inanılır. Ayı da sevilmez, adı anılmaz. “Dağdaki”, “Kocaoğlan” gibi gönderme adlarla dile getirilir. Domuz ve hindi de sevilmez. Tavus kuşu makbul kabul edilir.
Baykuş uğursuz, keklik müfsit, turna ise en hayırlı kuştur. Sesi, Hz. Ali’nin sesi gibi kabul edilir. Kırlangıç kutsal sayılır. Geyik, Hz. Muhammed’in sevdiği hayvan olduğundan avlanmaz, öldürülmez. Koyun, koç kurbanlık olarak “mübarek”tir. At, kardeş ve murat sayılır. Hızır bile “Bozatlı”dır ve “dar”da kalanlara bu atıyla yetişir. Hz. Ali de “düldül” denen atıyla birlikte Alevi’nin kafasında yer etmiştir. Alevilerce bülbül de çok sevilir. Güvercin Alevilerde kutsaldır. Avlanmaz, kesilmez ve yenmez. HacıBektaş’ın Sulucakarahöyük’e güvercin biçiminde (-donunda) geldiği inanışı (lejandı) vardır. Bir takım şoförlerin yoluna tavşan çıkmasını uğursuz saydıkları, yılan görmeyi de rahat yolculuk belirtisi olarak inandıkları bilinir.
Tavşan Yasağının Totemik Kaynağı:
Toplumbilimciler ve tarihçilerTürkler’in tarihinde insanlığın ilk dini olan totemciliğin varlığı konusunda çelişkiye düşer ve değişik görüşler getirirler. Prof. İ. Kafesoğlu, Prof. B. Ögel, Van Gennap, J. G. Frazier kendilerine özgü yorumlar geliştirerekTürkler’de totemciliğin olmadığını kanıtlamaya çalışırlar. Doğan Avcıoğlu’nun da belirttiği gibi; bozkır insanının dinine belki totemcilik denilemez. Totemcilik onun ancak bir parçasıdır. Şamanlık ve tengricilik bu dinin başka yanları, törevleridir.
Kısaca, eskiTürk dininde totemcilik, şamanlık ve tengricilik gibi daha başka inanış biçimleri vardır. Totemcilik bozkır toplumsal yaşamının bir belirtisidir. EskiTürkler avcı, çoban, çiftçi ve genellikle göçebedirler. Gereksimelerini doğada, hayvanda sağlıyorlar. Bu durum, onu giderek doğayla, hayvanla ve canlıyla “kutsal akraba” durumuna götürmüştür.
Yemesini-içmesini onlardan beklediği gibi, savunmasını-korunmasını, dahası geleceğini düzenleyebilmek için doğa ve doğaüstü güçlerin de denetimini bu öğelerden bekler. Böylece bu toplumsal yapı doğrultusunda bir inanış, düşünce ve davranış biçimi doğar. Bu insanlar için artık, özdekdışı güç çeşitli varlıkların içine girerek özdek biçime bürünmüş, yani cisimleşmiş bir kutsallık kazanmıştır. İşte totem budur.Bu nedenle Ortaasya bozkırında “kutsal” hayvancılık ve doğacılık, yalnızca totemciliğe indirgenemez, o çerçeveyi çok aşar. Birçok bilginin bozkır topluluklarına totemci etiketini yapıştıramayışının nedeni bu olsa gerek.
Doğan Avcıoğlu: “BozkırdakiTürk boyları totemci saymamak için hiçbir temel engel bulunmadığını göstermeye yeterlidir. Hatta bu bozkır boylarının özünde ve temelinde totemci oldukları sonucuna varılabilir” der. Karşılaştırmalı kanıtlar Avcıoğlu’nu doğrulamaktadır. Kısaca eskiTürkler totemci topluluklardır. Sonradan Şamanlık aşamasına geçişleri eski totemik inanç izlerini silmez, daha da besleyerek İslami döneme aktarır.
Türkler’in İslamlaşması bu eski inançları yok etmez, sona erdirmez. Alevilik geniş ölçüde eski Türk dininin İslamlaştırılmış biçimi olur. Ötede SünniYörük veTürkmenler’de de eski inançlar güçlü bir biçimde yaşar.
Gerek Asya’da gerekse Anadolu’da totemik inançlara sıkça rastlamak olası. Çuvaşlar “kurt” adını ağıza almayı tabu sayarlar. Onun yerine “Peygamber iti” sözünü kullanırlar. Edremit Alevi Türkmenleri de kurda “Peygamber köpeği” derler. Alevi-SünniTürkmen ve Yörükler yolda kurda rastlamanın uğur getireceğine inanırlar.
Adana yöresinde Sakız ağacı kutsal sayılır. Kertenkeleye dokunulmaz. Dersim’dekiMunzur suyundaki balıklarla, Urfa Halil İbrahim gölündeki balıklar kutsaldır, dokunulmaz.
Oğuz destanlarında “altın gözlü” tavşandan sözedilir. OrtaasyaŞamanları tavşana “kozan”, onunla ilgili toteme “Kozantöz” derler. Radlof, Tatar veTeleüt’ler de tavşan totemine rastlar.
Prof. J. P. Roux’e göre, “Ortaasya halklarında tavşanı hedef alan bir yasaklama” yoktur. Tavşanın eski adıTürk dillerinde (lehçelerinde) vardır. “Tawışyan” sözcüğü görülür. Eski Türk takviminde 4. ay tavşan ayıdır Yakutlar’da tavşan kuraklığın habercisi olduğu için gözden ırak tutulmaz. Uygur metinlerinde tavşan ayında yapılması sakıncalı görülen ve uğursuzluk kabul edilen tırnak kesme, traş olmak gibi durumlar vardır.
EskiHunlar’da, Tatarlar’da, Şorlar’daKırgızlar’da, Yakutlar’da tavşan avlanırdı. Yakutlar’da tavşanların kuyruk ya da kulakları “kötü düşünceleri uzaklaştırıcı” olarak kullanılırdı. Tavşan Şamanlıkta yardımcı hayvanlardandır. Altay halk mitolojisinde de tavşan özel yeri olan dört hayvandan biridir. Tatarlar’da avda kendilerine yol gösteren tavşan kültürü vardır. Bu örnekleri daha da çoğaltmak olası.
Sonuç olarak, tavşan yasağı İslam değil, Ortaasya kökenli. Türklerin Ortaasya tarihiyle ilgili. Tavşan yasağıyla ilgili Alevi-Sünni çevrelerde anlatılanlar İslami dönemde ve İslami çerçevede çıkmış, bir takım yakıştırmaların zamanla başka suçlamalarla pekiştirilmiş durumudur. Bunların, olayın özüyle bağı yoktur. Tavşan yasağı Türkler’in totemik döneminden Anadolu’ya kadar uzanmış izleridir. Yani birer totem kalıntılarıdır bunlar. Ne var ki tavşan toteminin olumsuz yanı Aleviler arasında gelişmiştir.Yemedikleri doğrudur.Bir takım gerekçeleri vardır. Bunu ileri sürüyorlar da.Yalnız, tavşanın uğradığı tarlaların ekilmediği biçimindeki bağnazlığı da hiçbir Alevi toplumunun ve bireyinin gösterdiğine ne rastlanmıştır ne de rastlamışızdır. Kısaca burası iftiradır.
Tavşanın adet (hayız) gördüğü için yenmediği tezi biyolojiye ters düşer. Çünkü bütün dişi canlılar adet görürler.
Alevi-Bektaşilerin Anadolu dönemlerinde tavşan yemedikleri 14. y.y. Arap gezgini İbniBatuta’ca (1304-1369) bildirilir. Hatta kendisine Sinop’ta tavşan sunularak Alevi olup olmadığı sınavından geçirilir. Maliki mezhebinde olan İbniBatuda, tavşan yiyerek sınavdan geçtiği gibi, “gerçekten Şiiler (Aleviler) tavşan eti yememektedirler” diyerek Anadolu’ya ilk gelen Türk-Türkmen topluluklarının Alevi olduklarını, henüz Ortaasya kültüründen kopmadıkları bu dönemlerinde tavşan yemeyerek totemik tavırlarını sürdürdüklerini kanıtlar.
KısacaAlevilerin tavşan yememeleri İslami değil, Asya kökenlidir. Eski dinlerden, kültürlerden ve totem anlayışlarından kalmaktadır.

SORU 98: Aleviler’e Neden Kızılbaş Derler?
CEVAP: Aleviler İslamiyetiSünni İslama inananlara göre farklı savunduğu için, örneğin; yaşamlarında kadın-erkek ayrımı yapmadığı için, kadını ikinci sınıf insan kabul etmediği için, dini tutucu yorumlamadığı için, insanlara karşı eşitlikçi, özgürlükçü v.s. davrandıkları için bazı bağnaz kişiler tarafından aşağılamak, küçümsemek, alay etmek için “Kızılbaş” denir.
Aleviler bu nitelemeleri kabul etmezler. Fakat İslami inançlarından dolayı küçümsendikleri, aşağılandıkları için savundukları islami anlayışa sahip çıkmak için; “siz bizim bunları savunmamızdan dolayı kızılbaş diyorsanız varın deyin. O zaman biz kızılbaşız” derler.
Türk tarihine baktığımızda kızıl börk yani külah takma geleneği vardır. Bunların kızıl rengini takanlara bazıları “kızılbaş” der. Ayrıca Sıffın Savaşı’ndaHz. Ali’yi tutanlar kafalarına kızıl renkli bant bağlamışlardır. Bu savaşta Hz. Ali’yi tutanlara “kızılbaş” denmiştir.BirdeTürk tarihindeSafeviTürk Devleti hükümdarı Şah İsmail’in askerlerinin kafasına kızıl renkli külah takma geleneği varmış.Bu askerlere dışarda görenler “kızılbaş” derlermiş.
Yani özetle; Alevileri küçümsemek, aşağılamak Türklüklerinin ve İslamiyeti savunmalarının değerini düşük göstermek için kullanılan Kızılbaşlık kavramının gerçek ile hiçbir ilişkisi yoktur.Bugün İslamiyet içinde farklı yorumlar olduğu gibi ki, sayıları mezhep olarak onlarca, tarikat olarak yüzlercedir.
Bu yorumlardan birisi de İslam’ın Alevi yorumudur. Alevilere göre ise, kendi savundukları anlayış İslam’ın mezhepsiz, tarikatsiz, orjinal yorumudur.

SORU 99: Çorum, Maraş, Sivas, Gazi Mahallesi Olayları Neden Oldu?
CEVAP: Aleviler’e karşı İslam tarihinde, Selçuklular döneminde, Osmanlı döneminde ve Cumhuriyet döneminde toplu kitle katliamları olmuştur.Bunlardan biri; 680 yılında Kerbela’da yapılan katliamdır. Bu olay Aleviler arasında 1400 yıl geçmesine karşın dün olmuş gibi canlı bir şekilde yaşamaktadır. Bu olaya benzer bir olay ise Selçuklu döneminde Amasya’da olan Baba İshak Olayı’dır. Bu haklı başkaldırıda despot SelçukluSultanıAlaattin Keykubat’ın askerleri tarafından çok kanlı bir şekilde bastırılmıştır.
Bu geleneği, daha sonraki tarihsel süreçte Osmanlı almış, O’da; 1512’de Şah İsmail bahane edilerek Anadolu’da resmi kayıtlara göre; 40.000 tahminlere göre ise 100.000 Türkmen Alevi Sadrazam KuyucuMuratPaşa gibi yöneticiler eliyle kuyulanarak katledilmiştir.Bu kırım yetmemiş Anadolu’daTürkmen Celali avına çıkılmış. Anadolu, Türkmen Aleviye yerle bir edilmiştir.
Osmanlı bu yaptıkları ile kalmamış 2. Mahmut döneminde ise yeniçeri ocağını kaldırmak bahanesi ile onbinlerce Aleviyi katletmiş, Alevi dedelerini veBektaşi babalarının bir kısmını asmış bir kısmını da sürgün etmiştir.Yüzlerce Alevi-Bektaşi dergahını içindeki kütüphaneleri ve tarihi belgeleri ile birlikte yıkmış yakmıştır. Çeşitli nedenlerle yıkılmayan dergahlara ise cami ilave edilmiştir.
Bu saldırıdan payını alan HacıBektaş VeliDergahı da talan edilmiş. Dergah dedesiHamdullah Ulusoy Amasya’ya sürülmüş orada 14 yıl sürgünde yaşamış, yedi deve yükü ile dergahtan giden belgeler bir yangın çıkarılarak yok edilmiştir.
Çorum, Maraş, Sivas Olayları ise 1978-80 yılları arasında sadece Alevi oldukları için bazı güçlerin bazı fanatik islamcıları kışkırtarak yaptıkları Alevi katliamlarıdır. Aynı zihniyetin Selçuklu’da ve Osmanlı’da yapılan Türkmen Alevi katliamının Cumhuriyet döneminde yaptıkları katliamlardır. 2. Sivas Olayları ve GaziMahallesi olayları da 1992 yıllarındaAlevilere karşı yapılan yeni toplumsal provakasyon olaylarıdır.
Bu olaylar, Türkiye’de istedikleri siyasi ortamı yaratmak isteyen dış ve iç güçlerin siyasi islamcıları kullanarak gerçekleştirdikleri toplumsal mühendislik çalışmasıdır. Toplumumuzun bu ve benzer olaylara karşı uyanık olması gerekir.Yoksa birileri bu geleneklerini sürgit sürdürebilirler.

SORU 100: Aleviler’in Belirgin Toplumsal ÖzellikleriniKısacaAnlatır mısınız?
CEVAP: İslam dünyasındaTürkiye’de yaşayan Aleviler’in özel ve ayırt edici bir özellikleri var.Dünya üstünde insan sevgisini, insanı, her tür sevgiyi inancının temeline koymuş bir islami yorum dersek abartı sayılmaz.
Alevilik; eşitlikçi, özgürlükçü, bölüşümcü, insan haklarından yana, kadın haklarından yana bir inançtır. Alevilik; Allah’taki güzellikleri insanda bulan bir inançtır. Allahı sevmenin insanı sevmek ile başlayacağına inanır. Dünya üstündeki hiçbir kötülüğün Allah’tan gelmeyeceğine inanan bir İslami anlayıştır.
Türkiye’deki Alevi toplum; en eski tarihlerinden beri; insan sevgisini kendine kıble yapmış, her tür haksızlığa karşı olmayı, kendine erdem edinmiş, insan haklarından, kadın haklarından, çocuk haklarından yana, çevreci, her tür eşitlikten, özgürlükten yana, laikliği kendine yaşam biçimi edinmiş, Atatürk’ü sevmeyi nerede ise inancının bir parçası haline getirmiş, Atatürk ilkelerini yaşam biçimi halinde yaşayan her tür bilimsel ve toplumsal yeniliğe açık, toplumsal duyarlılığı çok gelişmiş İslam’ın aydınlıkçı, insan sever, eşitlikçi, reformist aydınlanmacı bir yapılanmasıdır.
İslam coğrafyasında bazı aksamaları olsada ülkemizin tek laik Cumhuriyet ile yönetilen ülke olmasında sanırım Alevi nüfusunun hatırı sayılır bir payı vardır.
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol